Vakit: Cemal Çalımer yazdı
"...Ummadığı bir durumla karşılaşan yaşlı adam, yüreğinde deprem olmuşçasına sarsıldı. Yirmili yaşlarını yaşayan bir gencin ölüm korkusuyla cebelleşmesi yaşlı adamı derinden etkilemişti..."
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlMart ayının güneşli ama güvenilmez günlerinden biri. Tepedeki bir çay bahçesinden seyrediyor İstanbul’u yaşlı adam. Çayını yudumlarken bakışları ufukta geziniyor. Acı bir maviyle kaplı gökyüzü. Denizin solgun mavisi ise çok uzaklarda; Adaları ve arkasındaki Mudanya sırtlarını görebiliyor oturduğu yerden. Mudanya sırtları çocukluk yılları gibi çok uzaklardan çağırıyor onu. Adalar ise gençlik yılları… Ama hepsi uzaklarda şimdi.
Birazdan bahar bitecek, arkasından yaz gelecek. Döngü tamamlandığında ömürden bir kertik daha gidecek. Acaba, tekrar başa mı döneceğiz, bir döngü müdür yaşam? Bilinmez.
Yaşlı adam, içten içe yaşamla pazarlık ederken, bahçede ayakkabı boyayan genç, masasına yanaştı. Selam vererek boş sandalyelerden birine oturdu. Birbirlerine aşina idiler; yaşlı adamın ayakkabılarını boyarken kısa bir sohbetleri olmuştu. Yağız çehreli, kısa boylu ancak atletik vücutlu, henüz yirmili yaşlarını yaşayan gencin bu davranışına önce bir anlam veremedi yaşlı adam. Hüzünlü ve dalgın bir hali vardı gencin, boş gözlerle bakıyordu etrafa. Bir şeyleri paylaşmak ister gibiydi. Gencin bu halini sahiplenen yaşlı adam, masaya gelen garsona onun için de bir çay siparişi verdi. Sonra gence dönerek onu konuşturmak için ortadan sordu; “işler nasıl gidiyor?” Genç suratını sallandırarak yanıtladı yaşlı adamı.
- Ne olacak ki, günü zor kurtarıyorum.
- Bütün gün burada mı takılıyorsun?
- Öyle sayılır, fazla ayrılamıyorum buralardan
- Başka yerleri de gezmelisin. Ayakkabı boyamayı öğrendin mi bari?
- Evet, badem yağını boyayla birlikte sürüyorum artık, cila niyetine değil. Dediğiniz gibi yapıyorum; “Boya örtmek için, badem yağ deriyi yumuşatması için, cila ve bolca fırçalamak da parlatmak için.” Dikkat ettim de böyle yapınca insanlar daha çok para veriyor. Biraz daha zaman alıyor ama varsın olsun, vakitten çok nem var ki? Aslında vaktim de var mı? Bilemiyorum.
- Ne biçim söz bu? Daha çok gençsin!
- Pek öyle sayılmaz, Ölüm korkusuyla yaşıyorum. Bazen intihar etmek geçiyor içimden. Gündüzleri neyse, bir şekilde geçiyor da geceleri hiç geçmiyor. Ölüm aklımdan hiç çıkmıyor. Bütün gece boğuşuyorum onunla.
Ummadığı bir durumla karşılaşan yaşlı adam, yüreğinde deprem olmuşçasına sarsıldı. Yirmili yaşlarını yaşayan bir gencin ölüm korkusuyla cebelleşmesi yaşlı adamı derinden etkilemişti. Sandalyesinde doğrularak, “Peki neden?” diye sordu. Genç, bezgin bir ses tonuyla yanıtladı yaşlı adamı;
“Beynimde su birikiyor, bu da gözlerime kulaklarıma vuruyor. Dengemi kaybediyorum bazen, bayılıp kendimden geçiyorum. Dört kez ameliyat geçirdim kafamdan, diren bağlayıp böbreklerime verdiler suyu. Bir de karnıma bağladılar bak işte buraya!”
Genç sıkıntısını paylaşmak istercesine gömleğini sıyırıp direnin takıldığı yeri gösterdi yaşlı adama. Konuşmasına devamla;
“Şimdi, imza istiyor doktorlar benden ve ailemden, ‘emar’ çekilemiyorum bu yüzden. Çünkü mıknatıs varmış onda; beynimdeki metale zarar verebilirmiş. Ben de cesaret edemiyorum korkumdan.”
- Peki, ailen ne diyor bu işe, annen-baban?
- Hiç olmadılar ki; henüz dört yaşımdayken terk etmişler bizi; beni ve ablamı. Anlaşamamışlar, oysa her ikisi de akrabaymışlar. Annem, babamdan ayrıldıktan sonra çekip gitmiş. Bir daha hiç haber alamadık ondan. Babam sokaklarda kâğıt topluyor. Oda bir başka kadınla evlenip unuttu bizleri. Amcam sahiplendi bizi, kendi çocuklarıyla beraber büyüttü. Ablamı evlendirdi, evini kurdu onun.
- Peki, Amcan ne iş yapar?
- Taksisi var onun, bizi de sever. Dedemden kalma bir evimiz var. Babam da bu evin bir odasında oturur ama pek görüşmem kendisiyle. Bazen babamın evine gittiğim olur. Analığım arkamda Azrail gibi gezinir. Ne yaptığımı, ne ettiğimi izler. Ocağa, mutfağa, buzdolabına yaklaştırmaz. Ama Amcam’ı severim, babamdan da anamdan da çok!
- Belki annen de seviyordu sizleri. Kolay bırakmaz analar yavrularını. Bırakmak mecburiyetinde de kalmış olabilir. Bir gün ortaya çıkacağına inanıyorum şahsen.
- Bazı geceler onu rüyamda görüyorum. Daha doğrusu güzel bir kadın bana yaklaşarak annem olduğunu söylüyor. Ellerini başımda bedenimde gezdiriyor. Evimize gidelim diyor, anlam veremiyorum.
- Demek seni unutmamış! Hastalığını da biliyor.
- Belki o da ölmüştür. Öleceğimi bildiği için evimize gidelim diyor. Beni oraya çağırıyor.
- Bunu nereden bildin?
- Geçende caminin hocasına sordum ölecek miyim? Diye
- Ee ne dedi hoca?
- “Hiç kimse ne zaman öleceğini bilemez. Ama Allah bazı kullarına malûm edermiş” Dedi. “Ancak bunlar da Allah’ın sevgili kullarıdır” diye de ilave etti.
- Peki, ona hastalığını anlattın mı?
- Anlatmaz olur muyum? Hem de bütün düşündüklerimi de.
- Peki, ne dedi?
- Ona göre, “Ben Allah’ın sevgili kuluymuşum. Allah bana bu derdi beni sınamak için vermiş. Derdim ne kadar amansız olursa sınavım da o kadar çetin olurmuş; bu da her kula müyesser değilmiş. Bu dünyada kişinin sınavı ne kadar çetinse öbür dünyada makamı o derece yüce olurmuş.” Ardından da “Bak ne güzel, bu yaşta ‘O’nun rahmetine ve teveccühüne nail olmuşsun.” Dedi, Ancak hiçbir şey anlamadım dediklerinden, bir anlam da veremedim, Ama ben makam falan istemiyorum, Ben bu Dünyada yaşamak istiyorum!
Yaşlı adamın da kafası karışmıştı. Duydukları, genç adam adına onu hem rahatlatmış hem de sarsalamıştı. Acaba hoca Efendi bütün bunları onu rahatlatmak için mi söylemişti yoksa bunlar inancının çıktıları mıydı? Ancak fark etmezdi; bu dünya esasen eğreti ve geçici bir dünyaydı. Burada ne yaparsak yapalım sonuçta ölünüyordu. Ama öbür tarafta sonsuz bir hayatın varlığı söyleniyordu; üstelik hiçbir hastalık ve keder de yoktu,
Esasen genç adam tevekkül dediğimiz bir konforun içinde yüzer gibiydi. Konuştukça rahatlamış; kendini adeta ayrıcalıklı görmeye bile başlamıştı. O dalgın ve hüzünlü hali kalmamıştı. Bunu sezinleyen yaşlı adam onu şefkatle ve ilgiyle dinliyor, gönül evine bir pencere açmak istiyordu. Ancak bu arada arkalarından kopup gelen kalın ve kaba bir ses, bu duygusal anları bir anda sonlandırdı.
“Hey Boyacı neredesin?”
Sesin geldiği yöne baktı genç ve bir anda ok gibi fırladı yerinden. Koşarak boya sandığının başına geçti; yaşam devam ediyordu…
Ölüm de yaşamın olmazsa olmazıydı ve bunlar birbirinin ardıncaydı. Ölümü bilmediğimiz için ölümden korkuyor ve yaşama sıkı-sıkı sarılıyorduk. Yaşam da “buraya kadar” deyip düdüğü çalınca orta yerde ‘çaresiz’ kalıyorduk. Bu yaşamın bir gerçeğiydi ve herkes kendi zamanını yaşıyordu.
Genci daha sonraları bu dünyada olduğu sürece hiç görmedi yaşlı adam. Ancak zamanın bir yerinde gecenin içinde yol alan ışıksız, karanlık bir otobüsün içindeydiler. Gencin sesi arkalardan geliyordu ama onun yüzünü göremiyordu. Her yer her şey karanlıktı; sütunlar halinde kalın gölgeler dünyasının içindeydi yaşlı adam ya da ona öyle geliyordu. Otobüs kitlesel bir gölge şeklinde karanlık gecenin içinde gidiyordu. Bir müddet sonra otobüs durdu. İnsanlar otobüsten birer ikişer indiler ve gidecekleri yere doğru yürümeye başladılar aralarında o da vardı. Yaşlı adam, gencin ardına düşmek, ona sesini duyurmak istediyse de bu mümkün olamadı. Onu derin bir iç geçirme ile sadece seyretti; ardınca uzun uzun baktı. Diğer insanlarla birlikte kalın gölge sütunlarından oluşan ulu bir ormanın içine doğru yürüyerek yitip gitmişti Genç. Otobüste sadece o kalmıştı; yalnız ve şaşkınlık içindeydi; gidecek bir yeri yoktu. Hiç bilmediği bir dünyada yapayalnız bir başınaydı. Çaresiz olduğu yere çöktü yaşlı adam; başını avuçlarının içine aldı, teşevvüş* içinde yalnızlığına ve korkularına sarıldı. Zihninde hala yeryüzüne yakın olduğunu hissediyor, fakat başka bir yerde olduğunu biliyordu.
Ocak 2024, Balıkesir / Ören
*Ölüm-ötesi teşevvüşü: ölüm sonrasındaki şaşırtıcı durumlarla karşılaşıldığında içine düşülen ve vicdanın denge seviyesine bağlı olarak, huzursuzluğun ve azabın da eşlik edebildiği şaşkınlık halleridir. (Terimler Sözlüğü)