Mucizeler dükkanı
"Mucize, insan bedeninin ta kendisidir. Onu iyi besler, doğru gıda ile besler, doğru besler, destekler ve toksinden arındırırsanız zaten her şey ile savaşacak gücü kendisinde bulur..."
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlNazilli'de bir aktar var. Ana caddede, yolun kenarında, hemen her gün önünden geçtiğim ama çok da dikkat etmediğim ufakça bir dükkan... Vitrin camı yazılarla doludur hep. Gözüme çarpar, okuyamam. O yazıları yakından okuma şansına geçtiğimiz hafta kavuştum ilk kez. Noterin öğle tatilinin bitmesini beklerken, caddede öyle bir aşağı bir yukarı dolanırken...
"İstediğin kadar yiyerek zayıflamak ister misin?"
"Cevabım EVET!" dedim, daldım içeri. İçimden dedim elbette bunu. :) İçeri girer girmez de sanki başka bir şey arıyormuşum gibi vitrin camından başlayıp dükkanın iç duvarlarına yayılan yazıları okumaya daldım. "Nezle bile olmadan 100 yaşı görmek ister misin?". ...? Yani..? Ona da cevabım evet, elbette de..? Sonu yok... Bir başlıyorsunuz okumaya taahhütleri, orası bir aktar değil, bir mucizeler dükkanı sanki. Ölümden öte her şeye çare, her şey, her şey ve her şeye çare... Formülü gizli bitkisel karışımlar ile..?
Dükkanın sahibi bakışlarımı kaçırdı, beni de biraz dombili dombili görünce "Yağlı müşteri" dedi herhalde, bana soru sorma fırsatı bile bırakmadan anlatmaya bir başladı. Bir başladı, pir başladı... Anadolu'nun bağrında bir dede, "Allah rızası için ne para verirlerse..." diyerek bir formül hazırlıyormuş. O formül kanseri, kısırlığı, böbrek ve kalbi iyi ediyormuş. Dördünü birden..? Sonra öyle yapıyormuş, böyle yapıyormuş, şöyle de yapıyormuş diye susmaksızın anlattı, anlattı, anlattı... Şiştim. "Ay ne olur sus" dedim, " İyi niyetle, plasebo etkisi filan desem olmaz. Sen insan dolandırıyorsun. Bu yazıları kaldır, insan gibi satacağını sat" diye başlamamla gelişen uzun bir münakaşa... Adamın en son kapak gibi yanıt verdi, son buldu. "Bizimki küçük çaplı abla..." dedi. "Bizimle uğraşacağına her gün televizyonda tillahı var, sen onlarla uğraşsana".
"Hmm. Hommm. Hummm" diye düşüne düşüne, noteri filan da unutarak döndüm çiftliğe. Araba kullanırken de gözümün önüne sürekli gelen o ağababalar, süper lüks ofisleri, süper hoş sekreterleri, dev seramik saksılarda minyatür zeytin ağaçlı lobiler, bahçelerde bitki çayı içme masaları geliyor. İzmir'de hemen her semtte var bunlardan. İstanbul'da keza öyle... Yazmak da lazımdı aslında, çok önceden, de...
Kanser. En büyük illet. Bunda hemfikiriz. Özellikle üçüncü dünya ülkesi olduğu tescillenmiş, ya da tescili olmayan fakat "bilinen" bizimki gibi ülkelerde hızla yayılıyor. Bunda da sanırım bir ölçüde hemfikiriz. Yaşamaya layık olarak tespit edilen halklar, zümreler için farklı et, farklı sebze, farklı pişirim teknikleri; gözden çıkarılan kitleler için de şekerin en adisi, karbonhidratın en bozulmuşu, sahte ve kötü burgerler, cipsler, bir galonu 80 Cent'ten içecekler... Bunu da hepimiz şu aralar konuşuyoruz. Çer çöp ile dolup taşan gıda raflarını, ucuz ama sözde protein kaynaklarını, tarımda otomasyon filan diye istedikleri gibi şekillendirdikleri ortamı, şirket tarımı ile köy tarımını... Soner Yalçın'ın kitabı önemlidir.
Şimdi bir de yeni türeyen, bu kaostan beslenen akbabaları konuşayım diyorum...
İbrenin sona dayandığı anlarda, denize düşenin yılana sarıldığı malum ya... "İmdat" çığlıkları yükseldikçe ellerini ovuşturanlar da çoğalıyor. Bir şişe mucize sıvısı, suyu, sirkesi; suyunuza bir damla katacağınız bilmem ne özü vesaire vesaire... Şaklabanlığın her çeşidini yaptılar. Kanunlarda bir açık buldular. O açıktan girip beyaz önlükler, havalı ofisler, televizyon programları, internette ne ararsanız karşınıza çıkan reklamlar filan diye diye dört koldan sardılar. Dünyanın her yerinden binlerce bilim insanının çare bulamadığı durumlara sözde çare buldular. İki şişe bilmem neyi 500 Lira'ya satacakları büyükçe bir pazar buldular.
Doktorlar çok anlatır... Hastalığın bir evresinden sonra, tedavi sürer iken, bazı hastalar, "Belki çare..." diye bu akbabaların ellerine düşer. Bu akbabalar da hastaları soyar, soğana çevirir; yok "Tek tek el ile topladığımız özel zeytinyağı" (250 gramı 150 TL), yok bitki karışımları (kavanozu 500 - 1.000) diye bin çeşit lüzumsuz şeyi afaki paralara satarlar. Hastalar aldıkları ve kullandıkları bu şeyleri doktorlarından gizler. Tedavinin düzeni bozulur. Hasta, iyi olma şansı var ise onu da riske atmış olur. İyileşen tek kişi ise bu bitkiselci şarlatanlar olur. Yaşam standartları, ekonomik durumları iyileşir. Hem de epeyce iyileşir.
Bunlar, örneğin, tohum ekstratları, çekirdek yağları filan satarlar. Mesela siyah üzüm çekirdeği yağı satarlar.
What is "Siyah Üzüm Çekirdeği Yağı"?
Siyah üzümün adam olanı, kasalarda sofralık satılır. Dalda, yerde çürüyeni de endüstriyel pekmezcilere gider. Gittiği fabrikalarda sıkılır, gereken katlı maddeleri de eklenerek bildiğiniz fabrikasyon pekmez olur. O makinelerden de üzümün çekirdeği atık olarak çıkar. Bir zaman öncesine kadar çıkan çekirdekler pirina yakıtı içine katılırdı. Kalorifer kazanları için pelet yakıt yapılırdı yani... Şimdi mucize satıcıları dört yanı sarınca kıymete bindi. Isıtılıp enzim eklenerek sıkılıyor. Yağı alınıyor. Bu yağ, bünyede kanseri dahi geçirecek ürün olarak satılıyor. 250 gram'ı 150 TL filan.
Faydası var mıdır..? Olsa idi köşedeki aktar "köşedeki aktar" olarak kalmaz; kuracağı ilaç şirketi ile Forbes 500'e girerdi gibi basit bir mantık kurulabilir. Bir de yağın mucize olduğuna inananların hayalinde eski tohumdan tertemiz toprağa dikilmiş, kaynak suları ile sulanmış, üzüme her yıl 30 kez atılan en baba zehirler ile zehirlenmemiş, köylü amcaların sepetlerine topladıkları üzümlerin çekirdekleri filan oluyor. "Hayaller & Hayatlar" görselleri gibi bir tablo çıkıyor. Bu da bir başka yanı...
Juice'çular var mesela. Bunların bir değişik versiyonu. Detoks suları, sabah içilenler, öğlen içilenler, sporda içilenler, ofislere gelenler vesaire...
Hayaller yine bu meyvelerin sıfır ilaç ile yetiştiği... Juice'çuların anlattıkları ise yerel folk kültürüne ait ezgiler eşliğinde toplanan meyvelerin kırmızı - beyaz pötikare örtü üzerine serildiği, sepetlere bebek gibi özenle yerleştirilen meyvelerin kırmızı yanaklı güleç kızlarca sıkıldığı, şahane şişelere doldurulup raflara dizildiği filan... Burası hayaller kısmı idi. Oysa "Hayatlar" kısmında, yani işin gerçeğinde; manavda / halde / pazarda ne kalmışsa (onun da çarığı çuruğu) geliyor, ardından da azot basılıyor, stoklanıyor, stoktan talebe göre sıkımı yapılıp dağıtılıyor. Sağlıklı olma ihtimali var mı? Bence yok. "Bence" kelimesi bile gereksiz. Yok.
Mikro herkülcüler & Filizciler & Sproutingçiler... Bir başka grup.
Filiz iyidir. Güçlüdür. Çok büyük antioksidan kaynağıdır. Doğru. Ancak neyin filizi..?
Hayallerde eski buğdayın da eskisi atalık buğdayların tertemiz kaynak suları ile filizlendiği filan varsa o hayallerin sonunda yine "hayatlar" var. Bu grupta genel satın alma politikası, "Zahirecide ne varsa..." diye işler. Filizleme makinesi sanayide... Kepengler açılıyor, sanayi sitesinin suyu ile sulanıyor, endüstriyel makinelerde sıkılıyor, mikro savaşçı filan diye satılıyor. Modifiye edilmiş buğdayın filizinden, suyundan ne gibi bir sağlık akabilir..? Yine düşünmek lazım...
Turşucular... Ortalık birden turşucu hanımlar ile doldu. Probiyotik, fermantasyon gibi kelimeler havalarda uçuşuyor. Lacto basil bakterilerin bolluğu filan konuşuluyor. Hayaller yine bu turşu malzemelerinin bütünüyle tertemiz bir tarımın ürünü olduğu... Peki hayatlar..?
"Show business" gereği, arada bir ekolojik biyolojik pazarlarda pozlar verilse de ekserisi turşusunu yaptığı ürünlerin ne nereden geldiğini, ne hangi şartlarda yetiştiğini, ne tohumunu, ne tereğini bilir. Tarım ilacı atılmış hibrit sebzelerin, bir de üstüne mayalandığını düşünmek lazım. Turşunun üç malzemesi var. Sebzeler, su ve tuz. Üçünün de kusursuz ve temiz olması onu şifalı kılan şey. Şifa sözlerde değil, ham maddelerde yatar yani.
Bir de zeytinyağcılar... Hikayelerini okuduğunuzda onlara "zeytinyağcı" demek elbette hakaret...
Bu arkadaşlar, "Gökte dolunay çıktığında, Antik Yunan'ın lir sesleri uzaktan duyulduğunda zeytinsel bir histeriye kapılıp çıplak ayaklarımız ile toprak anaya koşarız. Antik tapınma usulleri ile zeytin ağaçlarına evvela bir tapınır ve dünyada eşi benzeri olmayan zeytinimizi tek tek, elle toplarız." diye hikayeye girerler. Hesapladığınızda, ağaç başı 40 kişi gerekir ama o kısmı boş verin... Devam ederler, "Topladığımız bu zeytini yine başka türlü ayinler eşliğinde, Azteklerden kalma yöntemlerle sıkar gibi yapar ama kıyamayız, sıkmayız. Bu zeytine nasıl kıyarız? Öylesi eşsiz, öylesi eşsiz... Neyse, tabi sizi kıramayız, usulca, yavaşça, içinden yağını alırız. Aldığımız bu yağ, altın kıymetinde olur ki işte şimdi fiyat kısmına gelişimizin sebebi de tam olarak..." diye bitirirler. 100 gram çiğ yağ, antik metot filan fıstık... 5 Litre alırsanız evinizin tapusunu ipotek verirsiniz.
Hayaller böyle iken hayatlar nasıl peki..? Şöyle: Bir ambalaj tasarlatılır. Marka alır girişimci. Bir de "story" yazdırır. Biz kimiz? Asırlardır Egeliyiz filan... Sonra gider Ege'de bir yağ fabrikasına. Adamlarda ne varsa onu fason dolum ile doldurtur. Hayatlar budur. İstisnası var mıdır? Vardır. Oran nedir? %1. Zaten onlar da aklı başında fiyat politikası ve arazi varlıkları ile ayrılırlar.
Bir de üstüne haşla, kaynat, iç grubu var. Hep bir gizli formül vardır bunlarda. "Ne var içinde?" diye sorarsınız. Derler, "Sır".
Neden sır? Madem insanlığı adeta ölümsüz kılacak, tüm hastalıklardan koruyacak bir formül sana atalardan bahşedilmiş; neden paylaşmıyor da paraya tamah ediyorsun? Kadim kişiye yakışır mı şimdi bu tavır? Yakışmaz. Ama zaten ortada ne kadim bir kişi vardır, ne de gizli bir formül... Ot, çöp, nereden ne bulduysa toplar, karıştırır ve satarlar. İsimler de "Buğulu Bahçe", "Çiğ Damlası", ""Ateş Suyu" vs vs. diye iddialı... Kadim kişi çıkıp da "Bunun içinde biraz papatya, az ada çayı, biraz ıhlamur, üç- beş de çimen çiçek var" dese o saçma formülasyona para verecek kişiyi bulamaz. O yüzden hep bir gizem, hep bir sırlar alemi, hep bir mistik havalar... Durum yine hayaller, sonuç yine hayatlar...
Son... Anadolu'nun insan ayağı basmamış yaylalarından ot - kök toplayanlara da geleyim. Her ay bir başka ot kanseri bitiriyor, hücreleri yeniliyor, hastalığı sıyırıp atıyor. Sizin yaşam şeklinizin, beslenmenizin, suyunuzun, yaşadığınız psikolojik dinamiklerin, genetik yatkınlığınızın, size zarar vermiş olması muhtemel kimyasal temasların, maruz kalınan pestisitin vesaire hiçbir sorun teşkil etmediği bir illüzyon sunulur bu kategoride. Geçmişin önemi yoktur. Tıbbi geçmiş, biyolojik geçmiş, hiçbiri... Türk girişimcisi her şeyi siler, bembeyaz bir sayfa açar. Adeta yeni doğmuş bir bebek gibi hastalıkları temizler bedenden. Yapacağınız tek şey; karlı dağlarda at üzerinde bu mucize kökleri arayan eşsiz Türk girişimcilerinden ot, kök, dal, yaprak satın alıp yemenizdir. İyi bir paraya elbette...
Dünya, bizimkilerin hastalık onarma kabiliyetini bir duysa, eminim her gün havaalanlarına "Beni de iyileştir" diyen yüz binler yığılırdı. Milyonlar yığılırdı. Nobel ödülleri bu şifacıların evlerine kargolanırdı. Bu kadim insanlar törene kadar dahi yorulmaması gereken özel şahsiyetler malum... Mazallah, nazar da değmesin hiçbirine...
Alaya aldığıma bakmayın. "Gülüyoruz ağlanacak halimize". Yukarıda yazdığım her şey, mucizenin öyle kolaylıkla satın alınabileceği sanrısını yaşayanlar içindir. Bu satırları okuyan istisnasız herkesin bildiği ve hissettiğinin tercümanı olabildiğimi sanıyorum. Mucize beklentisine girip tedavisini yarıda kesen; yıllarca akla sığmayan paralar harcayıp bir umut bekledikten sonra gerçek ile yüzleşenler artmasın istiyorum.
Mucize, insan bedeninin ta kendisidir. Onu iyi besler, doğru gıda ile besler, doğru besler, destekler ve toksinden arındırırsanız zaten her şey ile savaşacak gücü kendisinde bulur. Doğru gıda, tohumda başlayan; toprağı, hasadı, işlenmeyi, pişirme tekniklerini, doğru yeme ve kararında yeme disiplinlerini de içine alan bir kavramdır.
Tohumu yanlış ise artık tarlası da, toprağı da kar etmez.
Tohumu doğru, toprağı yanlış ise de kar etmez.
Bir yerinden kopuk bir zincir ile neticenin hayırlı olmasını beklemek, sonunda gerçekten acı verebilir. Gıdanın mantığını, formülasyonunu kafanızda doğru yerleştirip doğru uygularsanız; doğru bedensel egzersizleri yapar, bol oksijen alır, size zarar veren ne var ise çıkarabildiğiniz kadar hayatınızdan çıkarırsanız bedeninizden bir şeyler bekleyebilirsiniz. O, sizin hakkınızdır.
Hatandan dönmek, zehirden arınmak hayatın her döneminde mümkündür. Acı da olsa gerçeği okuyun, gerçeği araştırın ve bilin. Sorular ile, sohbetler ile, hatta sorgular ile yanlış olanları düzeltin ve geliştirin. En önemlisi; bildiklerinizi aktarın. İster yazın, ister sözlü anlatın ama mutlaka birilerine aktarın. Bilgi evrenseldir. Saklamak, gizlemek günahtır.
Yukarıdaki yazıyı 12 Şubat 2018'de yazmıştım. Bu hafta İstanbul dükkanlarının eksikleri ile uğraşırken yeni bir yazı yazmaya vakit bulamadığım için bir kez daha paylaştım. Konu hala güncel. Üstelik magazin gündeminden anlaşıldığı kadarıyla artık çok daha kirli ellere düşmüş, çok daha karanlık hale gelmiş. İyiye doğru ilerlemek dileği ile...