Kerkenez’in dünyası
"Yaşam dediğin nedir ki? Koca koca dalgalarıyla bir umman. Dalgaların bir altında bir üstünde olur insan. Çocukluğumdan bu yana hep dalgalarla boğuştum. Bir altta, bir üstte kalaraktan..."
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone Ol(Pitoresk-olduğu gibi- bir fantezi)
Yoksul bir ailenin beş çocuğundan biriydim. Hayata kısa yoldan atılmak için Ticaret Mektebi’ne gittim. Kendimi bildim bileli hep çalışmışımdır. Aslında kötü de olmamış, her boyayı boyamışımdır. Rumlardan marangozluğu, Ermenilerden döşemeciliği, Yahudilerden antikacılığı, Kör Ziya’dan saç, sakal kesmeyi, Pala Behçet’ten de tükürük köftesini öğrenmişimdir.
Ticaret mektebinde, ‘daktilo ve stenografi’ dersi yüzünden haziranda mezun olamadım. Bu yüzden Daktilo-Steno Hocam ‘Sevim Abla’, “Bırak ben sana küsüm,” dedi. Hoca, bizi hem sınıfta bırakıyor, hem de küsüyor, olacak şey değildi. “Nedendir hocam?” diye sormuştum kendisine. Hocam beni sitemle yanıtlamıştı; ”Bütün derslerin iyi, bütün hocaların dersine çalış bana gelince sınıfta kal, olacak iş mi bu?” Haklıydı! Dersi önemsememiştim. Oysa yaşamın senden istediğini yerine getirmeliydin. Hoca bu sözleriyle bana bir gerçeği öğretmişti. Sonrasında bana bir güzellemesi oldu sevgili hocamın. Beni o yaz bir gazeteye yerleştirdi. Hem üç-beş sebeplenmem, hem de steno ve daktilo pratiği yapmam için. Allah razı olsun! O yıl güz döneminde mezun oldum ama muhasebeci olacakken gazeteci oldum.
Aslında bayılırım gazetenin kokusuna. Acı buruk bir mürekkep kokar. Çocukluğum gazete satmakla geçti, gün boyu gazeteleri elleçlemekten elim-yüzüm simsiyah olurdu. Gazeteleri Cağaloğlundaki matbaadan teslim almak için sabaha karşı Galata Köprüsünün kapanmasını bekler, sabahın köründe matbaada olurduk. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güne başlar, öğleye kadar gazeteleri dağıtır sonrasında başka işlere bakardım. Gazeteyi ve gazete satmayı çok severdim ama günün birinde gazeteci olacağım aklımdan geçmezdi.
Kısa sürede muhabir yaptılar beni; bir de fotoğraf makinesi verip adliyelere, karakollara saldılar. Bütün gün raydan çıkmış insanların peşinde koşuyor, sabahlara kadar sokaklara, karakollara girip çıkıyor, gündüz adliye koridorlarında sızıyordum.
Bir gece nöbet tuttuğum karakola bir haber ulaştı. Polisler bir cinayete gidiyorlardı. Ekip otosuna beni de aldılar. Mahalleyi bir anda bastı polisler. Katil Reşat’ı damlarda yakalayıp aşağı indirdiler. Reşat, kız kardeşi Konak Melahat’ın dostu Balıkçı Remzi’yi delik deşik etmişti. Adam evliymiş, çoluk çocuğu varmış. Konak Melahat ise düğünlerde çengilik yaparmış. Boylu poslu, evren – devran bir kadınmış, Düğünde tanışmışlar balıkçıyla. Bundan sonra her düğüne abone olmuş balıkçı. Tabii dedikodular da almış yürümüş, Katil Reşat’ın kulağına kadar gelmiş. Katil Reşat o gece pusu kurarak bitirmiş balıkçının işini. polisler derdest edip götürürken yüzünü gördüm Reşat’ın. Fotoğrafını çekerken, patlayan flaş ışığında gözleri kan çanağı gibiydi. İri ve kavisli bir burnu vardı. Kalın dudakları geniş ve güçlü çenesinin üzerine yayılmıştı. Uzun boylu, geniş omuzlu, enine boyuna bir adamdı. Fotoğrafının çekilmesine fena halde sinirlenmiş, hiddetle karşı çıkmıştı. Buna rağmen adamın yanına sokulma aymazlığını gösterip fotoğrafını çekerken aşağılayıcı bir ses tonuyla da, “Pişman mısın?” diye soracak oldum. O anda, gecenin o karanlığında, polislerin arasından sıyrılmasıyla eline geçirdiği koca bir kaya parçasını kafama geçirmesi bir oldu Reşat’ın. Ondan sonrasını hatırlamıyorum…
Hastanede açmıştım gözlerimi. Öbür tarafa gitmekten son anda kurtulmuştum. Kafam içine göçmüştü. Tam on sekiz kırık ve çatlak vardı. Uzun bir iyileşme devresinden sonra kendime geldim. Geldim ama görüntüm çok kötü olmuştu. Aynaya baktıkça Frankeştayın’ı anımsıyordum. Alnım tepesinden başlayarak içine göçmüştü. Bu göçük, sağ yanağımın üzerinden ağız kenarına kadar uzanıyordu. Tepemde ve yüzümde derin dikiş izleri vardı. Kafamdaki saçların yarısı dökülmüştü. Başımın bir yanındaki saçları uzatıp diğer yanını örtmeye çalışıyordum. Ama bunun da bir rüzgârlık işi vardı. Bu yüzden erken yaşlarda kasket ve gözlük sahibi oldum. Sosyal hayatım bitmişti. İçine gömülü bir ceset gibi ortalık yerde dolanıyordum. İnsanlar benden uzak duruyor, çocuklar korkuyordu. Gazetedeki işime devam ediyordum ama sahadan çekilmiştim. İşime gönül borcu nedeniyle son vermemişlerdi.
Yaşam dediğin nedir ki? Koca koca dalgalarıyla bir umman. Dalgaların bir altında bir üstünde olur insan. Çocukluğumdan bu yana hep dalgalarla boğuştum. Bir altta, bir üstte kalaraktan... Şu anda dibe vurmuştum. Bir gün yine dalgaların üzerine çıkacaktım, bunu umut ederek yaşıyordum. Bir gün gazeteden bir arkadaş sokuldu yanıma; “Yeşilçam’da ‘kötü adam’ rolü için artist arıyorlar” dedi. Kafa buluyor sandım; üstünde durmadım. Ama ısrarcı oldu. Acaba diyerekten çıktım Yönetmenin karşısına. Yönetmen kurguladığı role çok uygun buldu beni. Oturup mukavele yaptık, sonrasında da çeşitli filimler ardı ardına geldi. ‘Kötü adam’lıktan ‘Türk Frankeştayın’ına, oradan mafya liderliğine kadar birçok rolde oynadım. Filmlerim tutuyor ve para getiriyordu ama cebim para görmüyordu. Ceplerim para yerine çekle, senetle doluyordu; günleri geldiğinde yenileriyle değiştiriliyorlardı, ama aç kalmıyordum. Hayatım hareketlenmişti. Yine insanların arasındaydım. Yeşilçam’a gidip gelirken, İnsanlar, “gördün mü bak o geçiyor” diyerek, birbirlerine beni gösteriyor, önümü keserek imza alıyorlardı. Benden korkan çocuklar bile yanıma yanaşır olmuştu. Artık şöhret olmuştum. Pek başım dönmemişti ama yine de bir hoş olmuştum. En azından dalgaların üzerindeydim.
Kader midir, gaflet midir? Bilmiyorum ama dalgaların üzerinde devamlı kalmayı hiç beceremedim. İnsan zafiyetinin tohumları, kendini en güçlü hissettiği zamanlarda atılıyordu. Benim de öyle oldu. Bu zamanlarda başladım uyuşturucu kullanmaya. ‘Sarı kız’la başladım ilk kez. Malı aldığım Karabaş’ta (Tophane’de bir mahalle) böyle diyorlardı esrara. Önce vakit buldukça takılırdım bu mekânlara, sonrasında müdavimi oldum. Semtin kabadayısı Arap’la tanıştıktan sonra hem keş, hem kumarbaz oldum. Sabahlara kadar süren kumar seanslarımız, esrar âlemlerimiz oluyordu bitirim taifesiyle. Sıfırı tükettim buralarda; canım tükenmiş, param kalmamıştı.
Sonrasında Arap’ın taifesine katıldım, haraç topluyordum onun adına. Kestiğimiz raconlarla sakalımızı alıyor, onu da geceleri kumarda Arap’a kaptırıyordum. Bir gün bir eli sopalısına rast geldim. Adam akıllıymış; sopayı, başımda kırıp başına belâ alacağına, sırtımda parçalamayı yeğlemişti. Ardından günlerce yürüyemez oldum; belim tutmadı, bacaklarım basmadı. Bu günlerde Hapçı Hasan sahip çıktı bana. Perşembe pazarında hamallık yapıyordu. Geceleri de yaylı bir at arabasının içinde yatıyordu, Arabanın bir köşesinde bana da bir yer açmıştı. Beyaza ve hapa Hasan’ın yanında başladım. Birlikte hamallık yapıyor, arabada birlikte yatıyor, birlikte kafa oluyorduk. Sonrasında gökyüzündeki yıldızları seyrederek hülyalara dalıp sızıyorduk.
Bir keresinde bulutsuz bir gecede, “Gökyüzünde ne kadar çok yıldız var,” diye fısıldadı Hasan.
- “Oo!”, dedim. “Bunlar ne ki? Göremediklerimiz bunlardan çok.”
- “Yapma ya! Dedi Hasan; her insanın bir yıldızı varmış, doğru mu, acaba bizimkiler hangisi?” Diye sordu.
- “Sen kafana göre takıl, içlerinden birini seçebilirsin.” dedim. Hasan;
- “Peki şu ışığı parlak ve diğerlerine göre daha büyük görünen yıldıza ne dersin?” diye sordu.
- “O mu? Onun adı Venüs, ‘akşam yıldızı’ da derler. Sabahları da ‘sabah yıldızı’ olur” dedim. Hasan,
- “Oo desene, tam da benim gibi, gecesi de gündüzü de aynı. Hemen yanı başında duran küçüğü de senin olsun.”
-“Onun adı Jüpiter” dedim. “Aslında Jüpiter, Venüs’ten çok daha büyük; biri incir çekirdeği kadarsa diğeri portakal kadardır” Kafası karıştı Hasan’ın;
- "Peki neden böyle görünüyorlar?”
- “Mesafeler çok uzak. Biri bize daha yakın, diğeri ondan çok çok uzak.” deyince, Hasan;
- “Yahu ne kadar çok şey biliyorsun sen” demekten kendini alamadı. Sonrasında, “Masal gibi bütün bunlar” diyerek sızdı. Horlama sesleri bütün bir gece yaylı arabanın gacırtıları gibiydi.
Kılıç Ali Paşa Camii ve Külliyesi
Havalar soğumuştu. Yağmurlar başlamış, soğuklar kemikleri sızlatıyordu; artık arabada yatılmıyordu. Ne yapacağımızı düşünürken, Hasan, “Bana takıl” dedi. Kılıç Ali Paşa hamamının yolunu tuttuk. Gündüzleri hamama kömür taşıyor, odun kırıyorduk. Geceleri de külhanın bir köşesine kıvrılıp yatıyorduk. Ne güzel, ne sıcak bir yuvaydı burası. Kemiklerimiz ısınmıştı. Bedenimiz su, sabun yüzü görmüştü. Fırsat yakaladıkça, el ayak çekildiğinde hamam keyfi yapıyorduk.
Bir gece ileri saatlerde hamamdaydık. Aniden bütün ışıklar söndü. Ben göbek taşında, Hasan sıcak halvetteydi. Ortalık zifiri karanlıktı. Elimi ayağımı dahi göremiyordum. Bir anda etrafım küçük insanlarla çevrildi. Beni ortalarına aldılar, önlerine katarak küçük bir köyün meydanına getirdiler. İnsanlar bir anda etrafımı sardı. Sonrasında iyi yürekli koca Reis’in sesi duyuldu; “Artık bizimle beraber yaşayacaksın, seni kızımla evlendireceğim” diyordu. Bu arada, Reis’in yanında güzel bir kız belirdi. “Kızım”, dedi Reis. Kız anlamlı bakışlarla beni süzerek, “adım Zeplin” dedi. O anda kutuplardaki bütün buzullar erimiş, buz gibi sular sanki başımdan aşağı boşaldı. Hasan üzerimde, elinde hamam tasıyla, buz gibi suları başımdan aşağı boca ediyordu. “Kalk lan” diyordu, “Birazdan hamamı müşteriler basacak, patron bizi hamamdan kovacak.” Neye uğradığımı şaşırdım. Her şey bir hiç olmuştu. Ne güzel bir âlemdeydim, bu dünyaya dönmek istemiyordum. Sonraki günlerde, hatta yıllarda gözümün önünden hiç gitmedi Zeplin. Sanki efsunlanmıştım; ona âşık olmuştum.
Soğuk kış günlerini bu güzel, sıcacık bir ortamda geçiriyorduk. Ama güzellikler uzun ömürlü olmuyordu, bugünlerin de sonu geldi. Sağda solda oluşan dedikodular yüzünden patron bize yol verdi. Hasan bir yere, ben bir yere savrulduk. Kahve köşeleri, cami avluları, parklar, bahçeler mekânım olmuştu. Nerede kıvrılacak bir yer bulsam, orada zıbarıyordum. Bazen de cadde, sokak köşelerinde ayakta uyuyordum.
Bu dünya ile pek ilişiğim kalmamıştı. Aslında insan denen bu varlığın yeri bu dünya olmamalıydı. Ölümsüzlüğü düşünen bir ruh, bu dünyada bir kuru soğana muhtaçtı. Sevgi de öyleydi; önce karınlar doymalıydı! Aç ayı oynamıyordu…
Zeplin için sabırsızlanıyordum, “Acele etme” dedi Zezoa, “bundan böyle hep onun olacaksın o da senin. Her şey yitip gider, sevgi yaşar ancak.” Zezoa, Zeplin’in köyündendi; görevliydi ve beni almaya gelmişti. Sonrasında “hadi bakalım” der demez, hamamın üzerinde bulduk kendimizi. Ormanın içinden köy meydanına çıktık. Evimiz evlerin en güzeli olarak karşımdaydı. Zeplin; periler perisi, güzeller güzeli beni bekliyordu. Beni görür görmez birbirimize sarıldık. Bütün ömrüm ve varlığım bu vuslattan ibaretti. Sanki bu dünyada hiç yaşamamıştım.
*Kerkenez kelimesi, açıkgözlülük yapan ve işini bilen insanlara söylendiği gibi zayıf ve çelimsiz insanlar için de kullanılmaktadır.
Ağustos 2023 – Balıkesir-Ören