Kardeş hatıraları ve LaLoRoPa'nın hikayesi 2
"İlk Londra gidişim DBcargo yük gemisi ile olmuştu, on gün kadar kalmış, karış karış gezmiştim caddelerini, çift katlı otobüslerini, parklarını, tiyatrosunu, diskosunu..."
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlMetin Denizmen anısına...
İlk Londra gidişim DBcargo yük gemisi ile olmuştu, on gün kadar kalmış, karış karış gezmiştim caddelerini, çift katlı otobüslerini, parklarını, tiyatrosunu, diskosunu. Londra’da ilk tiyatro deneyimim “The Dirtiest Show in Town”ile olmuştu. (Orijini-Kitabı ve sözleri Tom Eyen’a, müziği ise Jeff Barry’ye ait olan müzikal bir revü). Tiyatro merkezi bir yerde idi, bilet kuyruğundaki insanlar gayet şık giyimli, düzgün insanlar, oyunun ismi neyi kastediyor bakalım dedim. En ilginç gelen daha oyun başlarken herkes kalktı hep bir ağızdan “God Save the Queen” demesi olmuştu.
Abimi gezdirmeye bir iki ana cadde sonrası Hyde Park’tan başlamıştım biraz Londra havası yaşattıktan sonra.
Ertesi gün Charing Cross Garından bir iki yere gitmiştik, ancak denizcilik camiasından biri illa ev ziyaretine gelmemizi isteyince kabul ettik, iyi ki etmişiz, hiç böyle tren içi görmemiştim. İngilizler gerçekten eski değerlerine sahip bir millet, tren geldi onlarca kapısından birinden içeri girdik, karşılıklı iki kanepeli bir kamara sanki, neyse ki oturacak yer var, ayakta duracak yer var mıydı anımsamıyorum. Davet eden kişi onuncu istasyonda inin demişti, artık nasıl saydıysak, çetele mi tuttuk, belki de… Nihayet vardık Falconwood istasyonuna. Tabii cep telefonu yok, ankesörlü telefon ile de uğraşmak zor, neyse adrese ulaştık kolaylıkla.
Falconwood Lordu Mr. Martin! – Ağustos 1975
O kadar güzel ağırlandık ki o gece, bunda biraz da yabancı acentelerin, shipping business (gemi yük taşımacılığı) iş insanlarının bana yatırım yapmalarından da kaynaklandığını hissediyordum. Öyle ya 55 gemilik DB Cargo filosunun bir önemli mevkiine gelebilirim bir gün diye düşünüyorlardı mutlak. Malum insana yatırım, net work geliştirmek çok önemli global iş dünyasında.
Falconwood gecesinden unutamadığım bir şeyde gökyüzünün rengi idi, bir ara bahçesine çıkıp oturdum bir köşede daldım gökyüzüne, sanki Londra’nın tüm ışıkları puslu havasından sızmış gökyüzünde ilginç renklere bürünmüştü, bulutlarda değişik tonlara giriyordu, resim yapabilme becerim olsa, Norveçli ünlü sanatçı Edvard Munch’un “Çığlık” tablosu misali o anki duygularımla gökyüzünü betimlerdim, kavuniçi, sarımsı, grili beyazlı renklerle. Neydi beni böylesine unutulmaz etkileyen, hiç görmediğim gökyüzü renklerimi, iç dünyamdaki dışa vurmayı bekleyen birikimler mi, ev sahiplerinin yarattığı güzellik mi, iki kardeş birlikte zamanı paylaşım mı, belki de hepsi.
Hafta sonu bir kez daha gittik, bu sefer bir bahçe partisi davetine icabet ederek, çok elit insanların da davetli olduğu partiye abim Londra’nın meşhur Harrods Mağazasından aldığı fötr şapka ve şemsiyesi ile (ki hava da pek yağmur kokusu yoktu) tam tipik İngiliz lordlardan biri olarak görünümü çok sükse yaratmıştı daha ilk girişte ev sahibi ve davetliler arasında. Yakışıklı, uzun boylu, gösterişli bir fiziğe sahip olması da etkiyi artırmış olmalıydı.
London Ağ. 1975
O gece davetliler arasında abimin ismi Martin olmuştu, hatta ilk görünümünden etkilenmiş bir kadın “Türkish Lord Martin” deyince ismi popüler hale gelmişti. Hitap ederken davetliler abimi ya Mister Martin, ya da “My Turkish Lord” diyorlardı. Bana mı? ‘Confeti’ deyin diyordum, zorlananlara.
Trenle 30 dakika
Charing Cross, Whitehall caddesinin Trafalgar Meydanına katıldığı bir bölge. Dünyanın ilk yeraltı demiryolu olup yıllar içinde pek çok şeye tanık olmuştu. Londra’nın en ünlü Tiyatroları, Big Ben ve Westminster sarayı da bu civarda olup ilk gezilecek yerlerden biri diyebilirim.
Trafalgar Meydanından Charing Cross Trafalgar Meydanı. Charing Cross'a Bakmak. Gece Londra, 1928. (meisterdrucke.com.tr)
Tavşan bacağı yemek için mi bu kadar yol katettik?
Hedef Paris iken Londra sonrası abim isteğimi kırmayınca kendimizi Rotterdam da bulduk. O zamanlar benim ikinci vatanım gibi gördüğüm Hollanda’da niyetim bir sene staj yaptığım Anthony Veder Rotterdam şirketindeki arkadaşlara sürpriz ziyaret yapmaktı. Eski dostların buluşması gibi, sevinç yumağı olmuştuk sanki eski çalışma arkadaşlarımla. Gerçekten çok iyi bir iz bırakmıştım, uzun süren dostluklarımız da olmuştu. Hoş beş sohbet sonrası üst düzey görevlilerden biri bizi öğlen yemeğe davet etti.
Yola revan olduğumuzda sizi çok özel bir yere götüreceğim dedi, dedi de az gittik uz gittik dere tepe düz gittik en sonunda benim hiç bilmediğim bir yere vardık.
Gerçekten özel bir restorandı, ambiyans karşılama her şey etkili idi. Buranın çok özel bir menüsü var bana bırakın dedi siparişi davet eden arkadaş. Şaşalı bir şekilde özenilmiş, sonradan av hayvanları menü ağırlıklı olduğunu öğrendiğimiz restoranda gele gele önümüze bin bir süslemeli tavşan bacağı gelmişti.
Abim hiç unutmamış, senelerce konu etti o kadar yol git sonunda eveleye geveleye zorlukla yemeye çalıştığı tavşan bacağı konsun önüne. Nezaketen ses çıkarmadı, hatta beğediniz mi sorusuna evet çok (!) demişti. Her seferinde çok gülerdik bu yaşadığımız hikayeyi tekrar ettiğimizde.
Kahvaltınızı sabah kaçta istersiniz?
Rezervasyonunun yoksa en iyi yol hava limanında uygun bir oteli fiks etmek. Paris’e indiğimizde otel rezervasyonunu yapan kadın size çok uygun bir otel buldum hem de Champs Elysees’e çıkan sokak başında deyince hemen bağladım yerimizi.
Henüz tekerlekli valizler icat edilmemişti, elde taşırdık valizimizi, gece geç vakitti, tam hatırlamıyorum metro mu otobüs mü yoksa aktarmalı mı, abimi otele toplu taşıma yolu ile götürmüştüm. Hesapta olmayan gezilerden sonra paralar suyunu çekmeye başlamıştı zira. Ne kredi kartı ne ATM diye bir şey de yoktu ki, sadece cepteki nakit banknot. Bir de hangi ülkeye gidersen o ülkenin parasına çevireceksin genelde cepteki dolar ya da Alman Markını.
Neyse, abimden biraz tatlı (!.) laflar işiterekten vardığımızda otele, adı dikkatini çekmişti, Hotel L’Athena gibi bir isimdi.
Resepsiyonda gece geç vakitte elli yaşlarında temiz giyimli bir adamdan başka kimse görünmüyordu. Ben kimlik pasaport bilgilerini doldururken abim hiç durmadan, nereden buldun bu oteli, Kıbrıs’ta yapmadıkları kalmamıştı, karşılıklı neler yaşadığımızı unuttun mu, bula bula bir Yunan oteli, olamaz.
Artık daha ne sözler aleyhte devam edegelen, bu arada pasaportları teslim ettim, anahtarları verirken resepsiyonist adam abime dönerek hiç istifini bozmadan Türkçe olarak nazik bir şekilde “Kahvaltınızı saat kaçta istersiniz” diye sorunca abim ne diyeceğini bilemedi, kendini mahcup hissetmişti. Tabii durum söylentiden sohbete dönüşmüştü, meğer adam İstanbullu Rumlardan imiş. Tarihin akışı içinde maalesef kaçırmıştık o güzel komşularımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yaşanan olaylar ve baskılarla.
Sabah 9’da odanın kapısı çaldı, açtım, beyazlar giyinmiş masumiyetin yeryüzündeki temsilcisi şirin güzel bir kız Fransızca bir şeyler söyleyip zengin ve sıcak, insanı acıktıran kokularıyla kahvaltımızı tepsilerde servis ediyordu.
Hayatın getirdiği bazı güzel minik sürprizler bile uzun yıllar geçse de iz bırakmıştır, tatlı bir şekilde hatırlara gelebilir.
Sabah otelden çıktığımız anda bir butik vitrininde gördüğü elbiseyi almak için içeri daldı. Pahalı bir elbiseydi, “Fethi, seyahati çok uzattık, haber de veremedik, Yasemin’e bu elbiseyi almak istiyorum” dedi ve cüzdanını sonuna kadar boşaltarak memnun mesut hemen otele bırakıverdi elbise paketini. Tahmin ediyordu eve döndüğünde, haklı olarak, biraz laf işitecekti karısından seyahatten geç döndüğü için, ama şimdi içi rahattı. Paris imzalı elbise kendisini affettirecekti. Öyle umuyordu!
Champs Elysees muhteşem güzellikte etkileyici bir caddeydi, genişliği, kafeleri, insanları ve her şeyi ile. Yıllar sonra birkaç kez bulunduğumda o güzellikler azalmıştı, fast food mekanlarının, yol üstü kafeler, daralmış hissi veren cadde, insanları dahil. Globalleşen dünyamızda hemen tüm büyük şehirler giderek hem çevresel görünümlerinde, alışkanlıklarında ve insan manzaralarında değişikliğe uğramaktan kurtulamıyordu, Neo kapitalizm, para ve güç bulutları kaplıyordu giderek dünyamızı. Rotterdam da bile meşhur Nieuwe Binnenweg caddesindeki disco pubda cüzdanımı barmaidin önünde bıraktığımı hatırlarım, sonraki yıllarda ne caddeyi tanıyabildim ne de geceleri huzurla dolaşabilmeyi. Surinamlılar doldurmuştu, kaldığım evin altındaki Kakotoe bar yok olmuş vitrinde Arapça yazan bir mekana dönüşmüş.
Hikayenin devamı haftaya yayınlanacaktır...