Açlık mı, özgürlük mü?

Kalabalıklar içinde yapayalnızdı insanlar. Acaba İnsanın gerçeği bu muydu, salt gerçek yalnızlık mıydı?... Bir yanda uzayıp giden Boğaziçi, diğer yanda beni sarmalayan Marmara ve tepemde dolaşan doymak bilmez martılar...

Ortaokul yıllarımdı. Yaz tatillerinde Sirkeci’de bir Saraciye atölyesinde çırak olarak çalışırdım.  Çanta, kemer, cüzdan yapan bir atölyede getir götür işlere bakar, fermejüp çakar, çanta ve kemerlerin kenarlarını boyardım. İşimi sevdiğimi pek söyleyemem. Ama okul için bir yerlere bir şeyler koymam gerektiğinden çalışmak durumundaydım.

Altı satış mağazası, üstü atölye olan bu işyerini, bana göre yaşları hayli ileride olan iki kardeş çalıştırırdı. Bunlar patronlarımızdı. Biri mağazada, diğeri atölyede olurdu. Ben dâhil dört çalışanı daha vardı. Günlerim daha çok atölyede geçerdi.  Sabahları mağazada yerleri süpürmek, vitrini ve camekânlı teşhir dolaplarını silmekle başlardım işe. Sonrasında atölyenin süpürülmesine ve temizlenmesine gelirdi sıra. Tezgâhları temizler, takımları ve aletleri yerlerine yerleştirirdim.  Bu işleri yaparken müzik dinlemeyi de ihmal etmezdim. Atölyeye çıkar çıkmaz ilk işim, gramofona büyük taş plakları özenle seçip yerleştirmek olurdu. Poul Mauriat, Montovani, Xavier Cugat, James Last orkestraları gözdelerimdi. Paul Anka, Connie Francis, Edith Piaf ve hele ki kadife sesli Nat King Cole beğendiğim seslerdi.  Patronumuz Hikmet Usta hep bunları dinlerdi.  Benim de çok hoşuma giderdi. Öylesine özgür ve güvenli hissederdim ki kendimi, müziğin sihirli büyüsü başka dünyalara taşırdı beni.

Atölyenin içme suyunu Bahçekapı’daki Taşdelen Suları Vakfı’ndan taşırdım damacanalarla. Eski, yer yer boyalı, pejmürde giysilerimle Sirkeci’den Bahçekapı’ya kadar yürürdüm. Dönüşte Büyük Postanenin merdivenlerine serilip mola verirdim. İnsanları ve gelip geçenleri seyretmeye doyamazdım. Her biri beni alır kendi dünyasına taşırdı sanki.  Yedikleri, içtikleri, sıkıntıları, dertleri, sevgileri, özlemleri, umutları, çaresizlikleri kafamın içinde olurdu.  Kalabalıklar içinde yapayalnızdı insanlar. Acaba İnsanın gerçeği bu muydu, salt gerçek yalnızlık mıydı? Tanrı da bir başınaydı! Kimdik, neydik, neden vardık? Neden zengin, neden fakirdi insanlar? Tıpkı merdivenler gibi kademe kademeydik. Bir yerlerden kesip bir yerlere yamamak gerekiyordu…

Sabah bitmeden öğle telaşı başlardı atölyede. Genelde insanlar yemeklerini evlerinden getirirdi sefertaslarıyla. Yemek getirmedikleri günlerde ise iş bana düşerdi. Manavdan yeşilbiber, salatalık, domates, üzüm, bakkaldan peynir, Sotiri’nin fırınından taze çıkmış ekme taşırdım insanlara. Bazen de Filibe Köftecisinden ekmek arası köfte getirirdim isteyenlere. Filibe Köftecisi meşhurdu. Çok güzel köfte yapardı. Ben de çok severdim, yanında soğan piyazıyla.  Ama her zaman yiyemezdim!

Haftada bir gün öğle yemeğimiz müesseseden olurdu. Bu kez Patronumuz Hikmet Usta soyunurdu işe. Ya melemen yapardı ya da ‘böbrek sote’. Çalışanlar arasında pek tutulurdu. ‘Dananın böbregi’ derdik buna ‘Balkanlı’ ağzıyla. Üsküplüydü Patronlar, babaları ailecek kaçıp gelmişlerdi buralara. Baston içine yerleştirdikleri altınlarla varlıklarını da taşımışlardı.  Durumları iyiydi. Hatta zamanın zengini sayılırlardı. Sultanahmet’te evleri, altlarında kocaman Amerikan Rambler marka gri bir arabaları vardı.

Açlık mı, özgürlük mü?  resim: 0

Genelde ben de yemeğimi evden taşırdım. Evden yemek getirmediğim günler peynir ekmeğe talim ederdim. Peynir ekmek ve çekirdeksiz üzümümü alarak sahile inerdim. Arabalı vapur iskelesinin hemen yamacındaki bu mekân benim özgürlük yurdumdu. Bir lokma ekmek, katık edilen beyaz peynir ve tanelerle atıştırılan üzüm damağımda çok güzel tatlar bırakırken, önümde açılan uçsuz bucaksız maviliklerde özgürlüğü duyumsardım. Bir yanda uzayıp giden Boğaziçi, diğer yanda beni sarmalayan Marmara ve tepemde dolaşan doymak bilmez martılar...

Açlık mı, özgürlük mü?  resim: 1

Bazı günler iki ekmek alarak gelirdim buraya. Martıları doyurmak kendimi doyurmamın önüne geçerdi. Onların kanatlarında olurdum çoğu zaman, yukarıdan seyrederdim İstanbul’umu; her zaman kalabalıkların mekânı olan Yeni Camiyi; karşısında yüzyılların içinden kalkıp gelen Galata Kulesini; arada sıkışıp kalmış ve Eyüp ötelerine kadar uzanan pejmürde Haliç’i ve karşı kıyıda yaşlı ve fakir Üsküdar’ı…

Açlık mı, özgürlük mü?  resim: 2

Hani bıraksalar günlerle kalırdım bu özgürlükler yurdunda. Karın doyurmanın ötesinde ve onun çok üstünde bir ruh zenginliğine erişiyordum buralarda. Yine böyle bir gündü. Bir yandan karnımı, diğer yandan martıları doyuruyor, onların kanatlarında özgürlüğü duyumsarken;

-       Açlık mı, özgürlük mü? Diye bir soru takıldı kafama:

-       Nereden çıktı bu soru? Yüreğime lök gibi oturdu.

-       Böyle bir şey olamaz, olmamalı!

-       Hem özgür, hem de tok olmalı insanlar.

-       Açlık esarettir, özgürlüğün olduğu yerde açlık olmamalıdır!

Diye kendimle söyleşirken, bir anda karşımda iki solgun göz belirdi. Açık renkliydiler. Dün gibi hatırlıyorum; avurtları içine göçmüş, saçı sakalı uzamış, ama genç bir çehreydi. Benden ziyade elimdeki üzüm salkımına bakıyor, lokmalarımı adeta sayıyordu. Nereden çıkıp gelmişti? Farkında olamamıştım. Civarlarda bir yerlerde yaşıyor olmalıydı. Belki de vagonların içinde yatıp kalkıyordu. Çok yakınımda duruyordu; uzansa, elimdeki üzüm salkımını kapabilirdi. Ama o sadece yutkunmakla yetiniyordu. O anda boğazıma bir bıçak saplandı; lokmalarımı yutamıyordum!.. 

Aramızda hiçbir konuşma olmadı. Çünkü o açlığın evrensel diliyle konuşuyordu. Bu dilin ne sesi ne de kelimeleri vardı. Şimdi annemi daha iyi anlıyordum. Kapımıza gelen fakire verecek parası olmazdı ama ne yapar eder onların önüne mutlaka bir kap yemek koyardı. O an önümdekilerin hepsini ona uzattım ve bulunduğum yeri sessizce terk ettim.

Kafam karmakarışıktı. O özgür dünyam sanki zincirlere vurulmuştu. Kös, kös işyerine dönerken, ruhum ve bedenim işkence aletlerinde geriliyor gibiydi. Zenginini, fakirini bir dereceye kadar anlıyordum ama insanların hayvanların da gerisinde aç-açık olabileceklerine bir türlü akıl erdiremiyordum. Bir öğün geçiştirmesi değildi açlık; insanların ruhlarını ve varlıklarını çaresizliğin teslim almasıydı…

                                                                                                                              

 Eylül 2023, Acıbadem

Yorumlar
Kalan Karakter 800