Prosta! Cemal Çalımer yazdı
Hikâyenin kahramanlarının her ikisi de yaşlı olunca; anlatım karışıklığına ve algılama yanlışlarına yol açmamak bakımından; yaşça ileri, fakat görünümü diri olan yaşlıyı “Ense-kulak”; yaşça küçük, fakat yıpranmış ve kavruk olan ilk yaşlıyı ise “Kavruk” olarak adlandıracağım için çok üzgünüm...
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone Ol“Bir an etraftaki reklam panolarına takıldı gözlerim; ertesi gün ülkede seçim vardı ve millet kaderini tayin edecekti. Seçimler demokrasinin olmazsa olmazıdır. Güçlü bir demokrasi güçlü toplumların, güçlü toplumlar da insanlarının eseridir. Bir ironidir ki, insanını yaratan da demokrasidir. Bütün gün bir şey yememiştim, karnım hayli acıkmıştı; kemik suyuyla pişirilmiş, tereyağlı, nohutlu, dumanı üstünde tüten bir pirinç pilavının hayali gözlerimde, tadı damağımda, kokusu burnumda bitti. Fakat ne yazık ki, evde sadece ‘darı lapası’ vardı!” C.Ç
Akşamın bir saatinde herkes, ‘evli evine köylü köyüne” dercesine otobüslere doluşuyordu! İnsanlar duraklarda, otobüsler de yollarda sel olmuştu. Durağa yanaşan otobüsler, birbiri ardınca tespih taneleri gibi sıralanırken, insanlar da sebilhane bardakları gibi; o otobüs senin, bu otobüs benim diyerek bir telaş, bir hengâme yaşıyordu.
Otobüsten içeri girdiğimde; gençlerden biri kalkarak, yerini önümdeki yaşlı bir adama terk etti. Kendisine yer verilen adam; pek yaşlı olmamasına rağmen yıpranmış ve kavruk bedeniyle daha yaşlı görünüyordu. Oturduğu yerde emaneten oturuyormuş gibi huzursuzdu; henüz, kartını basamamıştı. Onun bu hali, nedense, karşısında oturan diğer yaşlı adamın ilgisini çekti. Adam, “Boş ver nasılsa bizlere ücretsiz!” dedi. Kartını basamamış olan ilk yaşlı ise; ben senden daha gencim dercesine, onu, “Henüz benimki indirimli, seninki gibi bedava değil!” diyerek yanıtladı.
Bu cevap karşısında ensesi, kulağı yerinde olan ikinci yaşlı adam kendini tokatlanmış gibi hissetti. Haline bakmadan onun yaşlılığını suratına çarpmış ve onu bedavacılıkla itham etmişti. İndirimli kartı olduğuna göre yaşı altmış beşin altında demekti; kendisinin yaşı ondan çok ileriydi ama onun gibi kavruk ve yıpranmış değildi. Görenler kesinkes, kendi de dâhil, kendisinin daha genç olduğunu rahatlıkla söyleyebilirlerdi. Bu nedenle gurur duyabilirdi ama nedense ondan bir tokat yemişti. Gerçekten de ücretsiz kartı olan daha yaşlı adamın, kır saçlarının örttüğü kafasında ense kulak yerindeydi ve bedeni henüz geometrisini kaybetmemişti; daha diri ve sağlıklı görünüyordu. Yaşça küçük, İndirimli kart sahibi olan ilk yaşlının ise; saçsız başı, ferini kaybetmiş bakışları, kaykılmış yüz hatları ve çoğu dökülmüş dişleri bir yana, beden geometrisi de hayli bozuktu: çökmüş omuzlarından biri yukarıda, diğeri aşağıda duruyordu. Bu haliyle adam, geometrik olarak, tam bir yamuğu andırıyordu.
Hikâyenin kahramanlarının her ikisi de yaşlı olunca; anlatım karışıklığına ve algılama yanlışlarına yol açmamak bakımından; yaşça ileri, fakat görünümü diri olan yaşlıyı “Ense-kulak”; yaşça küçük, fakat yıpranmış ve kavruk olan ilk yaşlıyı ise “Kavruk” olarak adlandıracağım için çok üzgünüm. Onlar beni nasıl tanımlarlar bilemiyorum ama beni bağışlasınlar! Sonuçta, ben de yaşlıyım ve ‘ücretsiz kart’ sahibiyim; tepelerinde, bir yerlere asılı olarak, ayakta durmaktayım.
Ense-kulak, Kavruk’a baktıkça kafasında kıyaslama yapıyor; onun bu halinden kendine pay çıkarıp, içten içe gurur duyuyordu ama bu yamuktan bir tokat yemiş olmanın acısı da içini kabartıyordu. Bu duygusunu yenmek ve yediği tokadın öcünü almak için olsa gerek; karşısında oturan, bu eğri büğrü adama kinayeyle sormadan edemedi;
- “Sen daha ‘bedavacı’ olamadın mı, yaşın kaç senin?”
Kavruk, hiç beklemediği bu soru karşısında ikilem yaşadı; bir yandan yaşının ona göre daha küçük olmasından gurur duyarken, bir yandan da bedava karta geçemediğine hayıflanıyordu; altmış beşine daha vardı. Ancak bu duygusunu bastırarak, yaşının daha küçük olduğunu öne çıkarıp gururla;
- “Henüz altmış beşimi doldurmadım, biz daha genciz” dedi ve kinayesini sürdürerek, “Biz henüz bedavacı olmadık” diye de ekledi.
Ense-kulak, ‘bedavacı’ ve ‘yaşlı’ kelimelerine hayli içerlemişti, ancak duygularını gemleyerek;
- “Yapma ya! Benden daha yaşlı duruyorsun!” deyip, taşı gediğine koydu!
Ancak yediği tokadın acısı içini hala yakıyordu; fırsatı yakalamışken, bastırarak devam etti;
- “Bil bakalım ben kaç yaşındayım?”
Kavruk; durduk yerde, hiç tanımadığı bu insandan, görünümü nedeniyle bir darbe yemişti; ona, bir fırsat daha vermek istemedi; soruyu önemsemeyerek geçiştirdi, onu;
- “Bilmem!” diyerek yanıtladı.
Ense-kulak ise bir gedik açmış, buradan bastırıyordu;
- “Yok yok, bir tahmin et hele, kaç yaşındayım ben?”
Kavruk; bu zorlama karşısında, onun bedava kart sahibi olduğunu düşünerek,
- “Altmış beş” diye kestirip attı.
Ense-kulak, bu işten keyif almıştı; bu adam, neredeyse çocuğu yaşındaydı. Bu keyifli anları sürdürmek istercesine, ağzının içinde kelimeleri şapırdatarak,
- “Yok, yok; daha çık, çık” dedi.
Kavruk, dudaklarını bükerek, (çünkü onu hiç de ilgilendirmiyordu.) def-i belâ kabilinden; “yetmiş” dedi.
Ense-kulak, “Yok, yok, daha da çık!” derken; kendini muzaffer pehlivanlar gibi hissediyor, suratı beşlik simit gibi yayılırken, sanki bir erişim hali yaşıyordu.
Kavruk, bu bastırma karşısında gittikçe eziliyor, ama bir tahminde bulunmak da istemiyordu; söyleyeceği her yüksek yaş, onun karşısındaki ezikliğini katlayacaktı. Bu yüzden; suskunluğunu sürdürdü. Ense-kulak onun bu geri durması karşısında hiç vakit kaybetmeden;
“Çık, çık, gördün mü bak bilemedin?” dedi. Arkasında da gevrek ve hükmeden bir ses tonuyla, “Benim yaşım, yetmiş beş!” diyerek gürledi. Devamla;
- “Biz dağda, yaylada büyüdük, ona göre yedik içtik” dedi ve üst beniyle sordu; “Nerelisin sen?”
- “Gümüşhaneliyim.”
- “Ben Maraşlıyım, gördün mü bak?”
Kavruk, Maraşlı olmanın farklı ve daha üstün bir şey olduğunu düşünerek daha da ezildi; Kafasında, ‘kimsin, nesin, neden ben böyleyken sen böylesin?’ soruları uçuşuyordu. Kafası karışmış; insicamını, dirliğini kaybetmişti. Dudaklarından iradesi dışında;
- “Nereye gidiyorsun sen?” kelimeleri döküldü.
Ense-kulak bu soruyu anlamlandıramadı; onun şaşkınlığına vererek, içten içe güldü. Bu adamın, bedeni gibi kafası da yıpranmış diye düşünerek yanıtladı onu;
- “Nereye mi, nereye gideceğim ki? Evime tabii!”
- “Sen nereye gidiyorsun?”
- “Topkapı’ya.”
- “Burada işin ne?”
- “Gezmek için geldim.”
- “Gezmek için buralara gelinir mi? Hem yanlış otobüstesin; bu Topkapı’ya değil, Sultanbeyli’ye gider!”
Ense-kulak, bunu söylerken bir an kendisi de ikirciklendi; etrafına sorgulayan gözlerle bakınıp destek aradı. Acaba kendisi yanlış otobüste olabilir miydi?
Kavruk, onun cehaletini yakalamıştı, bir şey bilmiyordu! Buradan bastıracaktı, bilgiç bir tavırla; “Bu otoboslan metroya varacağım, metrobosla da Topkapı’ya gideceğim.” derken, kendi de emin değildi. Acaba gerçekten yanlış otobüste miydi? Her ikisi de bir an suskunluk yaşadı; sorgulayan bakışlarla etrafa bakındılar. Ense-kulak’ın bu işe kafası basmamıştı; Sultanbeyli nere, Topkapı nereydi? Her ikisi de İstanbul’un bir başka ucuydu. Arada bir ‘metro’ kerameti vardı ama bunun da ne olduğunu bilemedi. Yine de gururunu yenerek ortadan sordu;
- “Ya bu otobos, metrobosdan geçer mi?”
Tepelerinde duruyor onları izliyordum; iş başa düşmüştü!
- “Gider, gider; bu otobüsten Söğütlüçeşme’de inecek, oradan metrobüsle Topkapı’ya gidecek, bu otobüs de yoluna devam edip, Sultanbeyli’ye kadar gidecek. Her ikiniz de rahat olun.” dedim.
Kavruk moral kazanmıştı; metrobüs konusunda haklı çıkmıştı. Aslında şu hastalıkları olmasaydı karşısındaki bu kendini beğenmiş herife on basardı. Ama gel gör ki onu hastalıklar bu hale getirmişti; felek böyle istemişti, elden ne gelirdi? Derinden bir nefes alarak, “Ahh!” diye iç geçirdikten sonra;
- “Herkes çektiğini bilir, ben de ‘prosta’ var!” dedi.
Ense-kulak, ‘prosta’nın ne demek olduğunu hemen anlamıştı; (ama ben anlayamamıştım!) lafın üstüne hemen atlayarak;
- “Bende de prosta vardı, ameliyat oldum geçti. Şimdi çok rahatım.” dedi.
- “Ben 86’dan beri çekiyorum; beş defa ameliyat oldum, yine devam ediyor.”
Ense-kulak bilmişçesine; “Sendeki üreyen cinsten demek ki, yeniden büyüyor!”
- “Bilmiyorum, ama çok ıstırap veriyor, acısı beynime yürüyor.”
- “Sana bir ilaç söyleyim; ama bunu mutlaka yap.” Devamla; Bakla, bilir misin baklayı? Diye sordu Ense-kulak.
- "Bilmez olur muyum? Köy yerinde hayvanlara verirdik; eşekler bayılırdı buna.”
- "Ah işte bildin! O baklayı alıp havanda vuracaksın. Eyice vuracaksın, un ufak edeceksin, toz haline getireceksin, toz olacak ama toz. Sonra yağla karıştıracaksın bulamaç olacak!”
- "Zeytin yağ mı?”
- “Başka bir yağ olur mu? Tabii ki zeytinyağ, halis olacak! Bu bulamacı sabah akşam yiyecen; hem beynine iyi gelir, hem prostaya.”
Kavruk, sessiz kaldı bir an, acaba mı? Der gibi suratına baktı Ense-kulak’ın. Ense kulak devamla;
- “Ben kendimden biliyom, bak mutlaka yap bunu. Sonra toplanmış sidiği aldır, prosta gelip kapatıyo; çişin var, dışarı çıkamıyon, orada birikiyo. Biriken sidik, gövdeye zarar veriyo, kana karışıyo!”
Kavruk, anlatılanlardan bir an endişelendi; ancak, buna kendi bulduğu çözümü hatırlayınca rahatladı;
- “Ama ben kolayını buldum; altıma çocuk bezi bağlıyom, geldikçe salıyom gidiyo.” dedi.
Ense kulak bu cevap karşısında onun çaresizliğine acıyarak bilgiçliğini sürdürdü,
- “Aslında Sen mutlaka boydan boya bir baypas ol en iyisi”
Ancak Kavruk, bir anlam veremedi buna; sorgulayan gözlerle baktı. Ense kulak anlatım zorluğu içinde; “Ne diyorlar ona? Boydan boya kontrol ediyorlar, ne varsa çıkıyo ortaya. Baypas mı diyolardı? Bir şeyler diyolardı buna” diyerek etraftan yardım bekledi.
İş tekrar başa düşmüştü; “Çekap, çekap!” diyerek imdadına yetiştim. Ense kulak,
- "Ha işte ondan; çekap olacan, her bir derdin çıkacak orta yana.”
Kavruk, durağı kaçırmama telaşı içinde yerinde kıpır kıpırdı; “Geldik mi?” diye sordu. Karşısındaki Ense kulaktan medet umdu; o da bilemiyordu. Her ikisi de etraflarına ortadan sormadan edemediler;
- "Metroya geldik mi?”
Çaresizdiler, etraftan cevap beklediler. “Gelecek durak!” diye yanıtladım onları. Ense kulak, olayı sahiplenerek; “Aha, bu duracak olanda inicekmişsin!” diyerek üstünlüğünü sürdürdü. Kavruk ayaklanmıştı; otobüs durur durmaz “Eyvallah” diyerek, otobüsten dışarı attı kendini. Ben de ardından indim ve metrobüs istasyonuna doğru seğirttim. Kavruk, metrobüsün nerede olduğunu sordu. Kendisini, “Ben de oraya gidiyorum, beni takip et” diyerek yanıtladım ve önüne geçip yürüdüm. Aramızdaki mesafe giderek açılmıştı. Metrobüs durağına yaklaştığımda merak edip ardıma baktım; yıpranmış bedenini sağa sola vurup yalpalayarak, tevekkül içinde ardımca geliyordu.
Ekim 2022, Acıbadem
Cemal Çalımer yazdı: Demokrasi “Demokrasi nazenin bir çiçek gibidir; toprağına, suyuna, güneşine iyi bakmak gerekir.”