Birey ve toplum
Birey ve toplum, her ikisi de birbirinin olmazsa olmazıdır. Gerek ontolojik gerekse sosyolojik varlıkları birlikte varoluşlarını zorunlu kılar. Kısaca, birey toplumsuz, toplum da bireysiz düşünülemez.
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlBirey ve toplum, her ikisi de birbirinin olmazsa olmazıdır. Gerek ontolojik gerekse sosyolojik varlıkları birlikte varoluşlarını zorunlu kılar. Kısaca, birey toplumsuz, toplum da bireysiz düşünülemez.
Her ikisi de evrimsel diyalektik bir döngü içinde birbirini inşa eder. Bu konuda yaşanan her değişim ve ulaşılan her aşama toplumsal değişimin yol haritası, bireyin de toplum içindeki yazgısı olur.
Bu değişimler, olumlu yönde olabileceği gibi olumsuz yönde de olabilir. İlk durumda bir ilerlemeden, ikincisindeyse bir gerilemeden söz edilebilir. Bir genelleme yapılırsa şu yargıyı her zaman ileri sürebilmek mümkündür:
İyi bir toplum genelde iyi bireylerden oluşur. Ya da kötü yönetilen bir toplum kötü ve yoz bireyi üretir. Sonuçta toplum ve birey, iyi ya da kötü olma yolunda birlikte aynı kaderi yaşar.
İyi toplum deyince, aklımıza öncelikle o toplumun güvenli ve adil oluşu gelir. Böylesi bir toplum, er-geç iyi (erdemli), güvenli ve mutlu bireyleri üretir. Sonraki döngüde ise iyi ve ahlaklı bireyler daha adil ve daha güvenli bir toplumu inşa ederler. Giderek toplum ve birey olumlu yönde birbirini etkiyerek, her defasında, daha üstlerdeki dengelere birlikte ulaşırlar. İnsanlar daha güvenli daha mutlu olurken, toplumları da görece olarak daha üstlerde olur.
Pek doğaldır ki, bunun aksi de mümkündür. Böylesi durumlarda etki-tepki mekanizması (diyalektik) tersine çalışır. Toplum ve birey birlikte iyiyi ve güzeli üretemez. İnsanlar güvensiz bir ortamda anomi illetiyle boğuşur. Bu durum toplum ile bireyin birlikte yozlaşmasına kadar gidebilir. Buradan çıkaracağımız sonuç şudur:
- Gerek toplumların gerekse bireylerin iyi ya da kötü olması, bir yazgı (kader) değildir. Her toplum kendi kaderini kendi yaratır.
- İnsanlar ve toplumlar ‘iyiyi de kötüyü’ de bu dünyada kendileri üretir ve kendileri yaşarlar.
- Bu konuda insanın kurdu içindedir. Yaşam çemberimizin döngüsel kasnağında yer alan tanrısal güzelliklerin hemen yanı başındadır ve her ikisinin de kaynağı ve referansı insandır.
Ahlak kuralları genelde bireylerin davranışlarını düzenlemeyi amaçlayan, bunu yaparken de iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış davranışın ne olduğu sorusuna cevaplar veren kurallar bütünüdür. Genelde bu kurallar iyiye ve doğruya yönelmiş, bazı davranışlara üstün değerler yükleyerek yapılması teşvik edilen ve bu konudaki eylemi talep eden kurallardır. Genelde her toplumda görece bir durum arz ederler. Her toplumun insanını sosyalleştirirken sahip olduğu dinamikler (yönetim tarzı, hukuk sistemi, dini anlayışı, gelenek-göreneği, eğitim-öğretim sistemi ve kurumları, topluma sinmiş çeşitli paradigmaları vb.) görece olarak farklı ve çeşitlidir. Bunların her birinin toplum üzerindeki etkileri, ağırlıkları ve işleyişleri zaman içinde de değişir. Bu yüzden hiçbir insan birbirine benzemediği gibi, hiçbir toplum da birbirine benzemez.
Ancak günümüzde bilişim ve teknolojideki baş döndürücü hız ve dünyaya hâkim küresel düzen insan ve toplumları birbirine çok daha yaklaştırmış ve onları adeta aynılaştırmıştır. Dünyadaki kadim ve kapalı toplulukların nesilleri adeta tükenir olmuştur. Yerel, otantik, geleneksel kavramları kendi içlerine hapsedilerek, içleri boşaltılmıştır. Bir Eskimo’yla bir Mançuryalı, bir Sibiryalıyla bir Afrikalı ya da bir Patagonyalıyla bir Avustralyalı arasında pek bir fark kalmamıştır. Dünya büyük bir köye dönüşmüştür.
Günümüz insanlarının sosyalleşmesi-toplumsallaşması da küreselleşmiştir. İnsanları ve toplumları küresel paradigmalar biçimler olmuştur. Eski gelenekler, örfler, adetler, yerel sosyalleşme evreleri ve davranış biçimleri giderek törpülenip yok edilirken, insanlar robotlar gibi aynılaştırılarak, ‘tek-tip’leştirilmiştir. Global ölçekteki sosyalleştirme ya da toplumsallaştırmaların dinamikleri aynı ve tek kaynaktan beslenmektedir. İnsanlar belli amaçlar doğrultusunda dünyayı sarmalamış olan düzenin müritleri haline getirilmişlerdir. Bütün bunların sonucunda düzen, kendi insanını yaratmıştır:
“Tüketen İnsan!”
Bu insan bencil ve rekabetçidir. Empati yapmayan ve sevgi üretmeyen, paylaşmayı bilmeyen güç paradigmasına biat eden ve şuursuzca tüketen bir insan tipidir. Ne yazık ki, böylesi bir toplumsallaştırmada ulus devletler çoğu zaman umarsız kalmaktadır. Çünkü ‘ekonomi’ her şeyi belirleyen en güçlü bir dinamiktir.
Genelde insanlar iyiyi ve güzeli arzular ve bunun özlemini duyarlar. Güven içinde huzurlu ve mutlu yaşamak isterler. Aynı zamanda bunu, içinde yaşadıkları toplumları için de isterler. Ancak bugün için insanlar ve toplumlar bu konuda bir açmazın ve bir bunalımın içindedirler. Gezegenimizde ulusların ve toplumların büyük çoğunluğu sorun ve sıkıntı yaşamaktadır.
“İnsan olabilmek!” basit ama çok zor olan bir olgudur.
Koskoca bir Afrika kıtasına bir başına sahip olmak gibi bir hırs ve bir güç insana neler yaptırmaz ki?
Düzenin paradigması GÜÇ ve GÜÇLÜ olmaktır. İnsanlığın ‘yerleşik düzene’ geçmesinden bu yana en az on bin yıldır bu böyledir. ‘Güç en büyük haktır’ ve ‘Güçlü olmak haklı olmaktır.’ Yasalarımız, hukukumuz olmasına rağmen bu böyledir! İnsanlık henüz güç paradigmasının elinden yakasını sıyırabilmiş, hırsını ve ölçüsüzlüğünü galebe çalabilmiş değildir. Oysa insanlığın ilk devirlerinde insanın bölüşmeyi ve paylaşmayı bildiği ve sevgiyi ürettiği ALTIN DEVRİ olmuştur…
Sonuç olarak, insanı insan yapan farkındalığıdır. Farkında olmak insanın sırtına sorumluluk yükler. Başta hem cinsimiz ve kendimiz olmak üzere farkında olduğumuz her şeye ve her canlıya karşı sorumlu olduğumuzun idraki içinde olmak bizi “insan” kılar. ‘Vicdan’ denen şey, bu farkındalığın insan davranışlarına taşıdığı içsel ve güçlü bir haslettir.
İşte bu sorumluluk duygusudur ki evrensel ahlakın temelini oluşturur. Sorumluluk duyan insan önce duygudaşlık (empati) yapar, sevgi ve adaleti üretir, bölüşür ve paylaşmasını bilir ve bunu doğadaki her şey ve her canlı için yapar. İnsanın ulaşacağı mertebe ve ‘insanlık onuru’ budur, bu olmalıdır! Toplumlar bu insanı üretebilmeli ve insanlar böylesi bir toplumu inşa edebilmelidirler… Bu özlem bizim!
Yazıma, “Bu özlem bizim!” deyip nokta koyarken, “İnsanlığın Büyük Şairi” Nazım Hikmet’in aşağıya aldığım mısraları içime düştü! Paylamak isterim:
“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....”
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...”
Mart 2022 – Acıbadem
Gökyüzünde güneş yok!Gökyüzünde güneş yok ama bulut da yok; bildiğimiz bulutlar! Pamuk helvaları gibi; düşlerimizi, hayallerimizi bezeyen bulutlar, şekilden şekle giren, çocukluğumuzda prenses, peri olan, koca cüsseleriyle kale, saray, kralın askerleri, tanrıların ve tanrıçaların atları ve arabaları olan.