Ağabeyin Nöronlarını Beslerken
Benim de çok küçük yaşlarımda fark ettiğim bir şeyi yazacağım bu hafta. Aslında ben değil de annem fark etti. Kimyager, simyager, büyücü, kabile şefi vs. formatında sofralar kuran annem...
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlBenim de çok küçük yaşlarımda fark ettiğim bir şeyi yazacağım bu hafta.
Aslında ben değil de annem fark etti. Kimyager, simyager, büyücü, kabile şefi vs. formatında sofralar kuran annem... İki eli kanda olsa köftemiz, çorbamız, et suları, kemik ilikleri, o an sıkılmış sebze suları (bildiğiniz kereviz, pırasa vb. sularının karışımları), her akşam bir battaniye ile sarılmış halde mayalanmaya bırakılan yoğurdumuz... Kars'tan gelen; gelir gelmez de annemin ısıtıp arıttığı tereyağımız, babamın her hafta sonu Haydarpaşa Garı'na köylülerini karşılamaya gidişi, dönüşte elindeki sepet dolusu yumurta, suyun içinde yüzen peynirler, tuza basılmış kavurma; annemin hep Boğaz kenarında balık, Beyoğlu'nda lakerda peşinde oluşu... Çok şey kalmış aklımda.
Fırında pişen ekmeğimiz falan derken olabildiğince; daha da doğrusu şehirde doğup büyümüş annemin bilebildiğince iyi beslendik biz. Aslını söylemek gerekirse de ağabeyim iyi beslendi. Ben hep bir sürü sebzenin, besinin kokusundan rahatsız olurdum. Gözyaşı, feryat, figan, inat... Yemediklerim çoktu. Ağabeyim benim tam aksim... Onun için ''ne pişmişse yenir'' düsturu geçerlidir.
150 gram et, ondaki enzimi parçalamak için bir kaşık bilmem ne, yemekten yarım saat sonra meyve, öncesinde salata, çorba falan şimdi tam hatırlayamadığım bir sıralama ile mücadele verilirdi bizim için. Garlı sabun almaya Eminönü'ne iner annem; sularımız mutlaka Hamidiye'den doldurulur. Yoğun öğretmenlik hayatı içinde anneliği bambaşka bir sorumluluk olarak benimsemişti. Yaşıtlarımız daha rahat büyütülürken O kendini adeta abime ve bana vakfetmişti.
Babamın da O'ndan farkı yoktu. TRT ayrı, kitapları ve gazete yazıları ayrı, biz apayrı... Türküler, seyahatler içinde Anadolu'nun her köşesinden pestil, kuru yemiş, bulgur ile dönerdi yanımıza. O yıllarda her şey bu kadar kirlenmiş de değildi üstelik. Ama DDT vardı, süt tozu yardımları vardı. İçgüdüsel bile olsa bu işte bir iş olduğunu ikisi de anlamıştı. Yemedik.
Okula çok erken başladım. Bunu övünerek mi anlatayım yoksa işin komik sebebini mi söyleyeyim bilemedim hayatım boyunca. 3-4 yaşlarımda evde kendi kendime harfleri, kelimeleri çözmeye başlamıştım. Bununla övünürüm ama sebep asla bu değil: Sadece ve sadece ağabeyim. :) O gün de öyleydi, bugün de hiç farklı değil durum. Aşırı dozda, delicesine severim abimi. 1965'li ağabeyim okula başlayınca bende bir panik, bir korku hasıl olmuştu. ''Abimden ayrılacağım, bir daha hiç göremeyeceğim'' diye mi düşündüm artık ne düşündüysem kimse tutamadı beni evde. Gözyaşları ile arkasından gönderdiler aynı okula. Önce fasulyeden girdim derslere; sonra okumayı sınıftaki herkes kadar çözünde kaydımı yapıp karne de vererek hızlandırdılar bir nevi. :)
Üniversite sınavına Zincirlikuyu Motor Meslek'te girdim. Sınav 2,5 saat. Ben 45 dakikada çıktım. Üstün zekadan havası yaratıp şişirmeyeyim hiç kendimi; heyecanımdan yerimde duramadım. Süper bir sonuç aldım mı? Eh, bilemem. Ama epeyce yükseğinde bir puan ile kazandım. 1968'li olmama rağmen İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ne 83-84 döneminde kayıt yaptırışımın kısa ve tuhaf hikayesi bundan ötesi değil.
Ağabeyimin hikayesinde tuhaflık falan yok; hayatı boyunca sadece başarı var. İki çocuğun efendi olanı O idi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki son derece başarılı tahsil hayatından sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne de derece ile giren O oldu. İşte ben, O'nda bir tuhaflık olduğunu ancak o yıllarda fark edebildim.
Eve zaman zaman tıp fakültesinden arkadaşları ile gelirdi. Arkadaşlarının elinde kalın kitaplar, işaretleme kalemleri, notlarla dolu kağıtlar, fotokopiler, soru-cevap egzersizleri varken abimin elinde sadece bir tane kitap olurdu. Haydi bilemediniz kalınca iki kitap... Salondaki mütevazi koltuğumuza uzanır, sanki Tolstoy okurmuşçasına rahat bir ifade ile sayfaları çevirerek çalışırdı. Tek bir taktiği vardı; o gün işlenecek dersi okula gitmeden önce bir kez okuyordu, hepsi bu. Sonra fakülteye gider, annemin ''Nasıl geçti?'' sorularına basit bir şeymiş gibi ''İyi'' derdi.
O'na göre hocası zaten dersi anlatıyordu. Kulağını açar dinlerse bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. Sonuçta insan vücudunun, beyninin bir matematiği falan vardı. Sağ olsun bütün bunları öyle kolay anlatırdı ki ben o saftirik halimle tıp eğitiminin gayet basit olduğunu sanacak kadar inanmıştım kendisine. Ta ki o güne dek...
İkinci sınıf mı, üçüncü sınıf mı ne... Bir çeşit anatomi kitabı aldı geldi eve. Kitap pahalı idi anlaşılan; özenle taşıdı getirdi. :) Geçti uzandı koltuğa. Pikabında son ses Led Zeppelin, Uriah Heep, Pink Floyd, Alan Parson's Project falan çala çala bir ya da birkaç hafta okudu. Sonra da kapattı sehpaya koydu. Ben karşısında saf saf sordum, ''Zor mu abi?'' diye. ''Yoo...'' dedi. ''Anatomi bu. Neticede bir mantığı var. Çok da kolay demeyeceğim ama zaten hoca anlatıyor derste.'' falan derken ben bir cesaret aldım elime kitabı, başladım okumaya.
Bir sayfa, iki sayfa... İkinci sayfa bitti, ne okuduğumu anlamadım. Tekrar başa döndüm. Birinci sayfa, arkasından ikinci sayfa, hooop dön başa, tekrar birinci sayfa... 3'e geçemedim. Adeta aptallaştığımı gören sevgili annem fark etti içimde kopan fırtınaları. Geçti karşıma, büyük bir zevkle ''E, normal'' dedi. ''Ağabeyin hiç itirazsız nöronlarını beslerken sen kavga kıyamet bir sürü proteini, enzimi reddettin. Kemik suyu kaynattığımızda abin iliklerini emerken sen evden komşuya kaçardın. İşte sonuç bu! Sen bağırsak floranda yaşayan yüzde bilmem kaç faydalı, yüzde bilmem kaç zararlı bakterinin zararlılar oranını arttırdın. Faydalı bakterilerin ihtiyaç duyduğu silahları eksik bıraktın. Savaşı da kaybetmek üzeresin.'' diye bitirdi.
Tabii bunu bu kadar kısa, tatlı tatlı anlatmadı. Sağ olsun ''söz ile dövmeyi'' seven, bunu da müthiş yapan bir insandır kendileri. O gün beni yerin dibine soktu. O gün bugündür de ben hiçbir yiyeceğe itiraz etmedim. Neyse odur dedim; sağlıklı olan yiyeceğin beni milyon tane artı değer ile dolattığına ta içimde inandım da bunu anladığımda yaş olmuştu 18 mi ne... Haliyle beyin hücrelerim abiminkiler ile hiç eşitlenemedi. :) Yine de şükürler olsun o anatomi kitabına. Zararın neresinden dönülürse karmış.
Annemi sorarsanız hayatta hala. Hepimizden fazla hayatta... 1929 doğumlu, bugün 85 yaşında ama hala en ufak bir unutkanlık, sağlık vs. sorunu olmaksızın yaşıyor; hiç durmaksızın öğreniyor ve öğretmeye devam ediyor. Televizyonda birkaç ay boyunca El- Cezire seyredip Arapçayı; birkaç ay boyunca da BBC'yi seyrederek İngilizceyi kaptı son dönemlerde. Şimdi de Kürtçe kanalları izleyip kelimeleri, cümle yapılarını çözmeye başladı. Yarım yamalak Kürtçe konuşabilecek kadar izan yeteneğini koruyor oluşunu şaşkınlık ile izliyorum. Kendime baktığımda İngilizceyi bile unutuyor olduğumu; hayatta hiçbir zaman annemi geçmeyi bırakın O'na yetişemeyecek olduğumu acı ile fark ediyorum. O'na ''maşallah'' demenizi rica ediyorum. :)
Bedensel sağlık bir yana; en önemlisi akıl sağlığını korumak gibi geliyor bana. Sonuna kadar sağlıklı yaşam diyorum. Mental, duygusal ve beslenme ile dengeli, derli toplu ve akıllı yaşamak lazım. Yok bunun başka yolu.
Yıllar yıllar geçti. Hayatın içinde; onca değişik iş çevresinde yüzlerce, belki binlerce insan ile karşılaştım. Tanıştım, konuştum. Sizin başınıza da geldiğine eminim; hani bir şey söylersiniz, bir şey anlatırsınız... Tane tane, karşınızdaki insanın gözlerinin içine bakarak... Size göre bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur. Ama karşı taraf bunca izahın içinde dinler, dinler, öyle bir reaksiyon verir ki sizde tek bir düşünce balonu oluşur: ''Bu gerçek olamaz, şaka bu!''
Şaka gibidir, el cevap... El yorum, el bilgi, el itikat... Sene 2014; artık öyle yaygın ki bu hal; bazen canıma doyuyor. Konuşmaktan, ''şöyle yap, böyle yap'' demekten usanıp kendim yapmaya soyunacağım neredeyse. Benim anlatmama gerek yok bunları; durumun boyutları ve toplumsal halimiz basında yeterince yer alıyor. Bir yarı böyle. Ama öyle bir diğer yarı var ki sanki Stargate'ten Samanyolu'na geçer gibisiniz. İşte birkaç haftadır bana tatlı tatlı yazılar yazdıran da bu yarı... Hatta ''%50'' diye bir yazı vardı kafamda bu hafta; sonraya bırakayım dedim, bunları yazdım.
Burada durup baştan okuyunca da biraz tuhaf geldi ama yazının ana konusu ağabeyim olduğu için objektif olmam da sanırım beklenemezdi. Şaşacak bir şey yok sanırım. Bütün kız kardeşlerde böyledir. Bu durum hiç şaşmaz.
28 07 2014
Pınar Kaftancıoğlu
Borçlar Nasıl Bitecek?Özlem Denizmen bugünkü Posta Gazetesi köşesinden ‘Ev mi araba mı alsak?’ diye soran yeni evli çifte, ‘Ne yapsak da borçlar bitmiyor’ diyen aileye sesleniyor!