Toplu Yasımıza Yanıt Arıyoruz!
Kısa kısa yazacağım. Ardahanlıyım. Hanak, Saskara Köyü. Yeni adıyla: Koyunpınarı. Ardahanlı isen geçimin hayvancılıktır (başka bir dal filan yok zaten).
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlŞahane, uçsuz bucaksız otlakları vardır. Toprak çernozyumludur, bambaşkadır. Tertemiz, acayip temiz bir klima. Yaban. Binlerce çiçek.
Sayıları binlerle ifade edilen büyükbaş ve küçükbaş her sabah, her köyden, her köyün her evinden yola çıkar. Toplanır, kendilerinden nahır olurlar (sürü yani). Bu sürü ota çıktığında ise evlerdekilerin ilgisi ve uğraşı elbette ilave kazançtır. O kazanç da arıcılıktır.
Ardahan'ın cidden eşsiz bir tabiatı var. Bilenler bilmeyenlere anlatırlar. Bu eşsiz tabiata uyum sağlayabilen cinsler de eşsizdir. Mesela önüne gelen büyükbaşı alıp Kafkasya'ya getiremezsin. Uyum sağlamaz, yaşamaz. Dolayısıyla cinsler bütünüyle orijinaldir. Büyükbaş, küçükbaş... Ve arılar da. En azından şimdiye kadar. Kafkas Arısı deniliyor onlara.
Büyükbaşı biraz daha açacağım.
Mesafeler uçsuz burada. Bu uçsuzlukta hayvanların katettiği mesafe de günde ortalama 40 veya 45 kilometre. Bunca yolu yürümek, yürüyüşe dayanarak beslenmek her hayvanın harcı değildir. Cinsler bu sayede güçlü evrilir. Doğal yolla döllenir, doğal beslenir, kuşaktan kuşağa hiç değişmeyen yöntemlerle yetiştirilirler.
Babamın kitapları o coğrafyayı çok güzel anlatır. Detay detay, Rus romancıları gibi tıpkı. Bahsettiği herhangi bir kayayı bulup onun yanında, onun bahsettiği zamanda durursanız çok şaşırtıcı bir şekilde elli yıl öncesinde anlattığı şeylerin bire bir gözleriniz önünde yaşandığına hayret edersiniz. Hayvanlar yayılır, bir yanda otları yer, onlar otları yerken sahipleri öbür yanda aynı otu biçer, sürü doyar, sahipleri otu arabaya yükleyip eve döner. Bu otlar hayvanın çıkamayacağı kışa saklanır. Kadınlar sağıma girer, hayvanlar rahatlar, süt ocağa konulur, pişer, o pişerken hayvanlar uyur.
Kış gelmedikçe ahırda beslendikleri tek günleri yoktur bu hayvanların. Burada da bir parantez açmalıyım: 'Gerçek ve ideal bir sürü' arıyorsanız o sürü budur! İdeal süt arıyorsanız o süt de budur. Mamafih günümüzde 'tapınılan' sosyal medya tanrıları ne derlerse ona kıymet verildiğinden insanlar aslında içten içe bildikleri bu gerçeği bir yanılsama içinde görmeyi beceremezler. "Şu tip süt faydalıdır" diye bir şey ortaya atılır, "Aaa, demek ki o tip süt bulmalıyız" denilir, hayvan ne yerse sütü de odur matematiği bilinçaltına itilir.
Ben sosyal medyadan cidden korkuyorum, çünkü işaret edilen PR ürünü ne ise ona kayıtsız hücum ediliyor.
Şuur bir gün geri dönecektir, inanıyorum. Arılara ve bala döneyim en iyisi.
Kafkas arısı bu toprağa özgü, Kafkasya coğrafyasının özelliklerine göre gelişmiş muhteşem bir türdür. Uçuş mesafesi de, çiçeğin içinden özünü toplamadaki inat ve becerisi de rekor seviyelerdedir. Kelime anlamıyla çok güçlü bir türdür. Güçlü bir bağışıklığa sahiptir. Öyle kolay kolay hastalanmaz.
Bu arı içinde bulunduğu coğrafya ile, daha doğrusu flora ile bir araya geldiğinde balı da eşsiz bir değerde olur hâliyle.
(Anzer balı filan, elbette iyi baldır, ama biraz da reklamdır. Çiçek sayısı arasındaki fark Kafkasya'dan yanadır.)
Dolayısıyla Kars/ Ardahan balı oldukça iyi tanınır. Tanınınca da bazı şeyler kaçınılmazdır.
Yelpazenin birinci açısında, özellikle son yıllarda iş yapmak için buralara gelen Ordulu arıcılar var. Ordu arısını ve birkaç farklı cinsi yanlarında taşıdılar ki bunun sakıncalarını anlatsam hem uzun olacak hem de ruhunuz daralacak. Bence yasaklanmalı.
İkinci açı ise elbette memleket klasiği. Sağdan soldan, oradan buradan ne kadar bal toplanırsa önce Kars'a getiriliyor, sonra bunlar Kars'ta kavanozlanıyor, içlerine de bir miktar yapay aroma, "Al sana Kars balı" oluyor. Kim bile, kim öle... Cezası yok, ispatı da yok.
Ha, herkesin elinde bir analiz var elbette. Analizleri üst üste koyduğunuzda dünya ortalamalarına nal toplatıyor: Yüksek prolin, bilmemne...
Biri de düşük, biri de kötü çıksın bu analizlerde, dişimi kıracağım.
Ardahanlı'yım. Arıyı amcam İbrahim Tatar'dan öğrendim ve tanırım. Sanırım bölgenin büyük bir yüzdesi de ondan öğrendi ve tanıdı.
Uçuşunu bilirim, balını tanırım ve bilirim, minicik bir tadım ile seceresine kadar bilirim. En iyi balı , en iyi kovanı, en iyi arıcıyı bilirim.
Bizim balımız bizim doğamızda, kendi köyümüzde, benim akrabalarımca kontrollü yapılır. Çok iyi baldır.
Balda da tıpkı diğer her şey gibi size damağınıza, hatıralarınıza ve büyüklerinizin tadımına, yorumuna güvenmenizi öneririm.
Kontrolü, kanıtı, takibi en zor üründür. Aroma desen katılır, arıya güvenilmez, bal bizzat yapılır. Bin türlü hikâye vardır.
Şunu önereyim,
Sentetik lezzeti ve doğal lezzeti ayırabilmek için ağzınızı önce su ile iyice çalkalayın. Bir dakika bekleyin. Damağınız ısınsın. Oda sıcaklığındaki baldan bir çay kaşığı alıp tadın. Önce yavaşça dilinizin üzerine koyun, biraz tutun, sonra kaysın, yutun. İşte tam o anda size hissettirdiği şey sanki oradaymışsınız, o çayırlardaymışsınız gibi olmalı. Bunu bir kez anladığınızda sentetik lezzeti çok kolay çözersiniz. Bu satırları herhangi birine değil, bilinçli ve seçici bir dost grubuna yazdığımın farkındayım. Onun için de boşverin, bunu paylaşmayın. :)
Coğrafî işaretleme çok önemli. Kontrolü etkin yapıldığı sürece elbette. Yani kuralları olmalı, bu kurallar çok katı olmalı, kurallara uymayan üretici, satıcı vesaire çok ciddi yaptırımlara uğramalı. Ruhsatı, lisansı, hatta bence sosyal hakları bile alınmalı ki işe yarasın.
Korkmadıkları cezalar koyarsanız, korkulmayan diğer bütün cezalar gibi sonuç verir, veriyor ve verecek. Gıdada ne yaşanıyorsa aslında tanıyorsunuz, sosyolojide de bire bir yaşanıyor. Yaşıyorsunuz. Hepimiz yaşıyoruz. Ciddi anksiyetelerle yaşıyoruz.
İlk filmini 1972'de yayınladıkları, kuşağımın efsanesi "Baba" filmi, 1940'ların Sicilyası ile 1940'ların Amerikası'nı paralel anlatır.
İtalya'dan Amerika'ya göç etmiş, Amerikan rüyasını yaşamış bir işadamı, ilk sahnede, "baba"nın eteğinde, yaşadıklarını anlatır.
"Amerika'ya inanıyorum, talihim Amerika'da döndü, kızımı Amerikalı gibi yetiştirdim, özgür bıraktım, bir sevgilisi oldu, İtalyan değildi. Onunla sinemalara gitti, geç saatlere kadar kaldı. Karşı gelmedim. İki ay önce önce kızım, sevgilisi ve bir başka erkekle birlikte gezmeye gitti. Kızıma içki içirmişler, ondan faydalanmaya kalmışlar, kızım şerefini korumak istemiş. Karşı gelince onu hayvan gibi dövmüşler.
Hastanede ziyaretine gittim. Kızımın burnu kırılmıştı, çenesi çatlamıştı. Çenesi ayrılmasın diye bir telle bağlanmıştı. Çektiği acıdan gözyaşlarını bile dökemiyordu, ama ben döktüm. Sonra da kalktım, her dürüst Amerikalı gibi polise gittim, bu yaşadıklarımızı anlattım.
İki erkek yakalandı. Hakimin karşısına çıktı. Hakim, onları üç yıl hapse mahkum etti. Cezaları erteledi. O gün serbest kaldılar.
Adalet için Don Carleone'ye gitmeliyiz dedim karıma..." diye anlatırken 'baba' sözünü keser ve "Neden ilk önce bana gelmedin?" der.
İşte bu soru seni, beni, bizim kuşağımızdan herkesi çok etkiledi. Eksik adaletle karşılaştığımız, yaralandığımız, kabuğun kaşındığı ve yanlışa yanlış da olsa yasadışı yollarla adaletin sağlandığı hâllere bir tolerans geliştirdi. Hapishanedeki çocuk tecavüzcüleri bir örnektir.
İnsanoğlu zapt edilmeli. Yapılan yanlışın 'yanlış' olduğunu bilmeyen tür, varsa varsa akıl hastanelerine giden bir avuç deli. "Bizler yanlışları işaret etmeliyiz, eğitimle yola getirmeliyiz..." filan, bunlar çok naif hayaller maalesef. İnsanoğlu ancak ceza ile yola getirilebiliyor. "Kurala uymadın mı? Bir dahakine uyarsın. Bir dahakine de mi uymadın? Eh, inşallah bir dahakine..." zincirindeki ertelemeler bence artık bitmeli. Yeniden ve yeniden kuralsızlığa sapmanın, yeniden ve yeniden suç işleme rahatlığının önü kesilmeli.
Bu olmadığında, denedik, denendi, bir boşluk doğuyor. Hayat da malum, boşluğa izin vermiyor.
İnsan bir düşünüyor. Sonra düşünmeyi bırakamıyor...
* * *