Sağlığın Anahtarı: Mikrobiyota

Ruh yaralandığında beden onu takip eder.

Çoktandır farkındayız. Her zamankinden farklı dinamiklerin içindeyiz. Nüfus delice arttı, dünyanın büyük patronları gıdamızı çarpıcı şekilde değiştirdi ve anlaşılıyor ki nüfusu dizayn etme işine de el attılar. Durum illuminati filan gibi geyiklerle sulandırılamayacak kadar ciddi halde.

Gıda, evet, en başta geliyor. Neredeyse bütün gıda hammaddeleri doğaldan fersahlarca uzaklaştı. Ancak sadece bu da değil...

Önceki kuşakların tümünden katbekat fazla kimyasala maruz kalıyoruz.

Plastik evler içinde yaşıyoruz. Giydiklerimizin iyimser ihtimalle yarısı plastikten oluşuyor. Kozmetik kimyasal, temizlik ürünleri kimyasal. Soluduğumuz havada petrol artığı var. Ağzımızdan, burnumuzdan, cildimizden, nüfuz edebileceği her alandan, ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım bizi yakalayan bir sıkıntı var.

Büyükşehirlerde bunlara ilave bir de kronik yaşam stresi var.

Günler beş saat. Hiçbir şeye, hiçbir yere yetişemiyoruz. Eve döndüğümüzde kendimizi kanepeye zor atıyoruz. Durmaksızın yorulan bedenlerimiz, şifrelerine kazılı koruma kalkanlarını açsalar da, toksinleri toplayıp temizlemeye gayret etseler de limitin hayli üzerindeki durumları artık kaldıramıyor. İspatı var mı, yok mu tartışması beyhude... Sonuçları her gün yaşıyoruz. Sabahları yataktan kalkamamanın bir sebebi var. Değerlendirmek zorunda olduğumuz konular var.

Sindirim en çok önem verdiğim konudur.

Bağırsak ve beyin arasındaki iletişim sağlıklı kurulamadığında vücutta her şey bozuluyor. Beyinde de bozuluyor. Depresyondan anksiyeteye, otizmden parkinsona, şizofreniden alzheimera bütün grafikler istikrarlı çarpıcılıkta yükseliyor. Tüm bunların mikrobiyota eksiklikleriyle ilişkili olduğu artık neredeyse kesin. Araştırmalar doğruluyor -sponsorlu olanlar dahil.

Sağlık yalnız bedenle ilgili değildir. Fiziksel olduğu kadar zihinsel, duygusal ve sosyal yönelimleriniz sağlıklı ise iyi olma halini tamamlamış olursunuz. Bunları motorun dört kayışı gibi düşünürseniz "kayış koptu" esprisinin dayandığı yeri de görürsünüz.

Hepsinin varlığı halinde heyecanlıyız. Hepsinin varlığında zindeyiz. Hepsinin varlığında hayallerimiz var, yorulmadan çalışıyoruz, neşe ile gülüyoruz, umutla bakıyoruz. Hepsinin varlığında yere güçlü basıyoruz. Kişisel performansımız yüksek oluyor, iştahımız yerinde ve iyimser oluyoruz. Hepsinin varlığında sorunları kolayca çözüyoruz.

Gözlemim çoktur. En büyük kayıplarda, ruhsal travmalarda, fiziksel travmalarda dahi ilk bu insanların yaraları iyileşir. Doğum ağrıları çekmezler. Uçak yolculuklarında saat farkı sendromu yaşamazlar. Sindirim sağlam, alerji vs semptomlar yok gibidir.

Hamileliğe hazırlanan, bunu düşünen bütün hemcinslerime ilk olarak bağırsaklarını hedef alarak mikrobiyatalarını iyileştirmelerini öneriyorum.

Başa saramazsınız, ama yine de iyi yol alabilirsiniz. Duygusal yollarla da, fiziksel yollarla da düzelebilirsiniz. Seçiminizi bünyenize göre, yaşadığınız yere göre, genetiğinize göre yapmalısınız. Reçeteler etkilidir, ama sizi kimse sizin kadar iyi tanıyamaz. Sizi iyi hissettiren şey, çok muhtemel, sizin için iyi olan şeydir. Yanında olmak istediğiniz kişiler, gülen yüzler, tatmin duygusu... Yemeğinizin hammaddesi ne kadar önemliyse o yemeği nasıl yediğiniz de önemlidir. Birlikte hazırlamanız, sevgi ile pişirmeniz, huzurla sunmanız, içinde bulunmaktan keyif aldığınız bir sofrada yemeniz önemlidir. Bunu bir ritüele çevirmeniz önemlidir. Yapın.

Biri size kendinizi kötü hissettiriyorsa hiç düşünmeden hayatınızdan çıkarın.

İşiniz sizi mutsuz ediyorsa değiştirin. Siz iyi olmadığınız sürece çevrenizdekilere de iyilik yapamazsınız. Moraliniz bozuk olduğunda, keyfiniz olmadığında yemeğin tadını alamazsınız. Bedeniniz de o yemekten bir şey alamaz. Besin bedene yaramaz. İyi gelmez. İyileştirmez.

İyi gıdayı bulabilmek, ulaşabilmek, seçebilmek bir hayatta kalma mücadelesine döndü. Gittikçe daha zorlaşıyor ve hepimiz farkındayız. İyi beslenmek dışında iyi yaşamanızı, yaşamsal zincirde "karıncadan file uzanan bir çizgide bütün varlıklar ile dost olmanızı", yaşamın tadını almanızı da dilerim ve isterim.

Naçizane, birkaç tavsiyem... Hep söylediklerim...

Antibiyotik.

Bu konu çok ciddi. Devlet, yeterli olmasa da, hiç değilse birkaç adım attı (2017). Artık canı isteyen eczaneden alamıyor. Doktorunuz ile lütfen sıkı bağlantıda olun. Çocuklarınız ateşlendiğinde kesin ve nihai çözümü birkaç saat içinde alabilmek adına lütfen doktorunuza baskı yapmayın. Bu baskı genellikle antibiyotik içeren bir reçetenin gelişi ile sonlanıyor. Evet, çocuk iyileşiyor, ama bir sonrakinde daha zor, bir sonrakinde daha da zor iyileşiyor. Bir zaman geliyor ki en çok gerektiği yerde o antibiyotikler işlemiyor. Ciddi bir tehlike yani. Basit, ama işe yarar çözümlerle, ciddi bir takiple, savaşma ve toparlama fırsatını, çocuğunuz risk çizgisine gelmeden  verin. Ben bundan yanayım.

Çocuklara arada bir tatlı yeme izni vermek ile çocukları şekerle beslemek arasında büyük bir fark var, lütfen dikkat!

Şekerin dozu arttıkça hastalıkların bedene girişi de hızlanıyor.

Haftada bir sütlaç, kahvaltıda bir kaşık reçel bana göre aklı başında bir doz... Glikoz ve mısır şurubuna gark olmuş saçma sapan dondurmalar, pastalar, endüstriyel kekler, soslar, ketçaplar, çikolatalar, gofretler için "aman" diyeyim. Asla, ama asla almayın! Bir tanesi bile çıtayı çok çok fazla aşmak olur.

Endüstriyel meyve suyu, asla! Üzerinde ne yazarsa yazsın, ne tür sertifikası olursa olsun, asla.

Meyvenin suyunu evinizde sıksanız, yine ideal değil. Fakat en azından pankreasın başına bir yumruk atmadığınızı söyleyebilirim. Meyve suyunu ne zaman, ne kadar ve neyin yanında içtiğiniz veya çocuğunuzun içtiği çok daha önemli. Seçenekler arasında bana göre muzlu süt, meyveli ayran gibi şeyler iyidir. Bir kaşık bal ile tatlandırabilir, böylece bir taşla iki kuş vurabilirsiniz.

Çocukların beslenmesinde eti ihmal etmeyin.

Azaltmayın. Vegan beslenme vb. kararları bırakın yetişkin olduklarında kendileri versinler. Düşünce yapısını, özellikle vicdani boyutunu elbette çok iyi anlıyorum. Fakat gelişim döneminde çocuklara uygulanmasını kesinlikle doğru bulmuyorum. Klasik, geleneksel beslenmeyi lütfen değiştirmeyin. Küçükbaş eti daha az risklidir. Şarküteri ürünlerini ancak çok eminseniz yedirin. Kime sorsanız nitrat kullanmadığını söylüyor, ama benim gördüğüm, hiçbir sucuk küflenmiyor.

Ekmeği evinizde yapın.

Kullandığınız unun eski buğday unu olduğundan emin olun. Sonsuz güvendiğiniz bir ekmekçiniz yoksa, kendi evinizde, fırında, basit bir tepside kendiniz pişirin. Ekmek pişirmek zor değildir. Bir kez yaparsınız, dondurarak birkaç gün kullanırsınız.

Hazırını kullanmamanız gereken ürünler vardır. Et suyu, ketçap, mayonez, tüm soslar, pastacılık hammaddeleri, aromalar, bulyonlar, toz pudingler, yaprak jelatin, renkli şeker hamuru, pizza tabanı, hazır balıklar, üzeri kaplanmış şunlar bunlar... Liste o kadar uzun ki can dayanmaz. Kendi mutfağınızda yapamıyorsanız bunları dışarıdan almayın. Olmayıversinler.

AVM'ler ve Gross marketler çocuklar için gezi alanları olmamalı.

Bu görselleri beyinlerine kazımak, onları paketli ürün endüstrisinin gönüllü askerleri ve tüketenleri haline getirmek istemiyorsanız çocukları buralara, cidden, gerekmediği sürece sokmayın. Dışarıda onca güzel park, müze, koru, orman, piknik alanı ve deniz kenarı var. Alışveriş dünyası ile ne kadar geç tanışırlar ise o kadar iyi.

Balıklarda sadece, ama sadece deniz balığını tercih edin.

Çipura ve levrek istisnasız çiftliklerden gelmedir. Somon da artık çiftliklerde yetişiyor. Tümünde antibiyotik var. Denizden mi çıkıyor? Evet. Ama deniz içindeki havuzlarda büyüyor. Özel yem karışımları ile besleniyor. Sadece sahici deniz balığı yiyin. Tercihen Akdeniz ve Ege. Besiciliğe uyumsuz balık türleri, bir Google araması kadar uzakta. Çeşit çeşit, boy boy, karışık alın (2017'de bu yazıyı yazmamın ardından geçen yedi senede lüfer ve kalkan da çiftliklerde üretilmeye başlandı).

Peynirde özellikle eski peynirleri tercih edin.

İki, hatta üç yılı geçen sürelerde olgunlaşmış olanlar tam anlamı ile probiyotik kaynağıdır. Gravyer, eski kaşar, eski ezine, eski İzmir ve gerçek tulum peynirleri bu listenin başında. Ev yoğurdu probiyotiktir. Evinizde mayalayın.

Çocuklar dışarıda yiyeceklerse yiyecekleri şey işlenmemiş et ve balık olsun.

Küçükbaş hayvan ve deniz balığı kurallarını burada da uygulayın. Eminseniz (ama hangi etin kullanıldığına gerçekten eminseniz) sokakta gezerken köfte ekmek durumuna benim itirazım yok :) Yine de yapabilirseniz evde yapıp yanınızda taşıyın.

Tahin, nar ekşisi, sirke ve pekmez dörtlüsünde dünyanın en saçma dolapları dönüyor.

Bu dörtlünün herhangi birinden emin değilseniz, yemeyin. Bala, reçele, tatlı ve pastacılık dünyasına glikoz fabrikaları yetişemiyor. Bunlara da aynı azami dikkat...

Bebek yapmaya karar verdiğinizde her konuya çok dikkat.

İyi olduğunuza, mutlu olduğunuza, sağlıklı, huzurlu ve iyi besleniyor olduğunuza emin olun. Bebek doğduktan sonra da onun iyi, mutlu, huzurlu ve sevgi dolu bir ortamda büyümesi, iyi besleniyor olması çok önemli. Kararınızı, bu şartları sağlayabileceğinize eminseniz verin. Bugün yaşadıklarımızın tümü, bu ideal ortam sağlanmadan dünyaya gelmiş, yanlış dinamikler ile büyütülmüş, beyin ve bağırsak ilişkisi muhtemelen hayli kopuk dünya liderleri yüzünden yaşanıyor. "Bunlar ne yiyor ne içiyor da bu kadar kötü olabiliyorlar" sorusunun yanıtını çok kez düşünmüşümdür. Akla ve mantığa sığıyor mu bu düşünce? Benimkine sığıyor.

Sağlıklı mikrobiyota özellikle doğum öncesi ve doğum sonrasındaki üç sene içinde oturuyor. Çocukken mücadelesini kazandığınız mikroplar, yetişkin sağlığınızı da garanti ediyor. Seçimlerinizin tümü kritik düzeyde önemli bu yıllarda. Özellikle antibiyotik kullanımı, gıda içeriklerindeki kimyasallar, psikososyal etmenler, tatlandırıcılar, boyar maddeler, özellikle beyin gelişiminin sürdüğü senelerde kusursuz şekilde düzenlenmelidir. Kalıcı olarak oturtmanız gerektiğini de sakın unutmayın. Doğru kararlar alabilmek, sezgisellik, mizaç, stres karşısındaki güç... Her şeyi etkileyen kuvvet bu. Miktobiatada çeşitlik azaldıkça direncin her türlüsü de azalıyor.

Beyin öyle güçlü bir organ ki... İstiyor. Sisteminde eksik gördüğü şeyi bütün gücü ile talep ediyor. Toprak yiyen çocuklar, kireç duvarları kırarak ağzına atan hamileler, hamilelik döneminde illa ki "ekşiiii ekşiiiiii" diye inleyen hemcinslerim... Tüm bunlar beynin bedendeki korkunç güçlü hükümranlığını onaylıyor. Kendinizi dinlemek, bağırsaklarınızı hayatınızın merkezine oturtmak gerek.

Hastalık geliyorum der mi? Der aslında.

Kan değerlerinizde çıkmaz. Bir hastalığın, yakanıza yapışacağına dair işaretleri çoğu kez raporlarda görmezsiniz. Ancak yaşadığınız bir travma sonrası toparlanmanız eskiye göre biraz daha uzamışsa; bir yolculuk sırasında sırt, bel ve bacak ağrıları oluşuyorsa; tatilde yediğiniz değişik bir yemek sonrası sindiriminiz hızla tepki veriyorsa; alıştığınızdan bir tık ötede kaşıntılar, şişlikler, kabızlıklar, öksürükler varsa... İçten içe bir kaygı hali, bir hissiyat değişikliği yaşıyorsanız, uykular ve rüyalar biraz değişmiş ise, bu yaşananların tümünü gelecek kaygısına karşı savaştığınız dönemin normal halleri olarak algılıyor iseniz, ben biraz daha dikkatle değerlendirmenizi öneririm. Hayatta en önemli şey sağlığınız. Odaklanmanız gereken ilk şey de o.

Pınar Kaftancıoğlu

Yorumlar
Kalan Karakter 800