Bir Umut 2025

2025 senesine giriyoruz. Genel alametler tersini işaret etse de bende sezgisel bir umut var. İyi bir sene olacağını hissediyorum. Hem zaten yaşamadığımız ne kaldı ki gibi bir durum da var... :)

Bektaşi'nin mantığıyla 'diğer şişedeki şarap mutlaka daha iyidir'. Öyle de olmalı.

Gelelim yeni senenin ilk sofrasına.

Ailemiz ve sevdiklerimizle takvimde ve ömürde bir yıl daha beraber olacağız. Bu bile kutlamaya değer. Dükkânlara uğrayıp 'yeni yıl sofrasında neler var' diye bir sorun derim. Mezeler, patisserie, birbirinden güzel peynirler ve kuruyemiş... Acayip yağışlardan zorlukla toplanan sebzenin meyvenin de hatırı kalmasın lütfen, sofranızda olsun.

Sağlıklı, huzurlu, keyifli bir sene diliyorum. Diliyoruz. 

2012'de yazmış olduğum bir BPA yazısı vardı, aşağıda onu bir kez daha paylaşıyorum. 

Zaman zaman hortlatılan birkaç temel konudan biri. Bugünün gündemi değil, ama aslında bugünün gündemidir. 

__

Her konuda ahkam kesem insanlardan olmak istemedim hiçbir zaman. Gel gör ki hayat beni bir şekilde 'bilirkişi' konumuna soktu ve ben gördüğümü, yaşadığımı aklımın süzgecinden geçirip aktardım dilim döndüğünce. Ayarını kaçırmamaya daima dikkat ettim. :) 

Bugünlerde (Temmuz 2012) gündemden düşmeyen ambalajlı su sektörü, tarımdan bile daha bilgili olduğum bir alandır. :) 2000-2007 yılları arasında Ege'nin Madran Bölgesi'nde bir ambalajlı su fabrikasının sahibi olduğumuzu düşünürsek, sanıyorum şu damacana su mevzuu hakkında rahatça konuşabilirim.  

1998'de temellerini attığımız, iki yıl sonra, yani 2000'de ancak üretime geçebildiğimiz Billur Madran'ı kurmak pek de kolay olmamıştı. Yüksek maliyetli ve hayli teferruatlı bir süreçti. Nazilli'nin Sinekçiler Çayırı'nda, içerisinde su olan arazileri bulup bunları sahiplerinden satın aldık önce. Tek bir arazinin fiyatı 450.000-500.000 USD civarında idi o zamanlar ve bu para, saf haliyle içinden su çıkan bir tarlaya ödenen paraydı sadece. Bu tarlalardan birkaç tane alıp kaynakları bir isale hattında toplamanız, o hattı da bayi kamyonlarının rahatça girebileceği, yani yolu olan bir dolum tesisi kurarak o tesise indirmeniz gerekiyor. 

Fabrika ile kaynak arasındaki mesafe ne kadar az ise boru hattını oluşturma maliyetiniz o kadar düşer. Bizim hattımız maalesef 17.000 metre idi. 17.000 metre boyunca toprak kazıldı, borular döşendi, boru hattının belirli noktalarına analiz ve basınçlandırma yapılabilmesi için küçük havuzlar inşa edildi. Dolum tesisinin inşaatı, tesiste suyu depolayacak devasa havuzlar, damacana yıkama makineleri, dolum makineleri, İl Özel İdare'ye ödenen yıllık kaynak suyu kullanım bedeli, zorunlu laboratuvar oluşturma filan derken afaki bir maliyet ile dolumlara başlayabildik. 

Kaynaklardan fabrikaya inen su önce bekletme havuzlarına alınır, burada mor ışık altında temizlenir sonra incecik filtrelerden geçer ve fabrikanın bünyesindeki mini laboratuvarda her sabah basit analiz yapılarak dolum ünitesine gönderilir. Yıkanan, doluma giren, kapaklanan ve kamyonlara yüklenen damacanalar içinde bu su en geç 2 veya 3 gün içinde evlerinize ulaşmış olur. 

Sağlık Bakanlığı ve İl Sağlık Müdürlükleri o dönem işi çok ciddiye alıyordu, hâlâ da öyledir. Neredeyse haftada bir yapılan habersiz denetimlerde bütün havuzlardan numuneler alınır, bu numuneler mühürlü şişeler içinde Hıfzıssıhha'ya analize yollanır. Tek bir olumsuz sonuçta bile fabrikanın mühürlenmesi, yani bütün yatırımınızın çöpe gitmesi riski vardır. 

Sadece ruhsatını almak için tam sekiz ay boyunca Ankara'da üç avukat bir yanda ben bir yanda koşturduğumuz o su fabrikası hayatımın en büyük işletmecilik başarısıdır. :) 1,2 sertlikte ''Allah övmüş de yaratmış'' ideal mineral yapısına sahip o suyun sayesinde çok kısa zamanda Ege Bölgesi'nin en fazla satış yapan üç fabrikasından biri olmayı başardık. Ege'de, Batı Akdeniz'de ve Güney Marmara Bölgeleri'nde hatırı sayılır bir pay elde ettik. Fabrikayı sattığımız, benim de oralarda kalmaya karar verip domates biber yetiştirme sevdasına düşeceğim 2007 senesine kadar satış grafiğimiz daima düzenli olarak arttı. 

İşte ben o yıllar boyunca ambalajlı doğal kaynak suyu üzerine yüksek ihtisas yapmış kadar bilgi sahibi oldum. Avrupa'da sayısız fuarlara katıldık, Kanada'ya gittik eğitim aldık, bilimum yerli yabancı yayını okuyup ezberledik. (Rahmetli eşim ile) "gezelim, yerinde öğrenelim'' dedik, Türkiye'nin neredeyse bütün su fabrikalarını ziyaret ettik. Nestlé'den Erikli'ye, Pınar Madran'dan Süral'e, Hamidiye'ye, Kestane'ye... Her yere gittik. Yorum yapmayayım, ama "hangi markayı önerirsin?'' diye sorarsanız, onu yazayım. :) 

Damacana su söz konusuysa benim top 5 listem şu şekilde olurdu:

  1. Pınar Madran
  2. Nestlé Pure Life (Bu marka artık satılmıyor, Erikli ile birleşti)
  3. Erikli
  4. Gümüş
  5. Billur Madran, elbette.

Peki, ne oldu da ambalajlı doğal kaynak suyu sektörü bugünün gündemine erişti? (2012'de sularda dönen hileler, BPA manşeti ve çeşitli raporlar ile yatıp kalkıyorduk.)

Kurnazlıktan. Tek yanıt budur.

Bütün su fabrikalarının debileri ruhsatlarında yazar. Diyelim ki 3 LT / sn. 

Bunun anlamı şudur: Fabrikaya ait olan su kaynaklarından saniyede ortalama 3 litre su gelir. Bu su bazen bulanık gelir, mecburen karıştığı havuzları  boşaltırsınız. Borulardan biri yerinden çıkar, bulup çözene kadar saatlerce tek damla su akıtamazsınız. Afet olur, günlerce çeyrek debideki suya öylece bakarsınız. Böyle böyle derken ruhsatta yazan saniyede X litre su akışı çoğu kez güzel bir hayalden ibarettir. Gerçek rakam daima bunun çok altındadır. 

Hadi diyelim biz o borulama işlerini filan iyi beceremedik, bu işi çok güzel yapan firmalar kaynaktan çıkan suyun her damlasını indirebiliyor olsun havuzlarına. O durumda bile senelik kaç damacana dolumu yapılabileceği hesap makinesinde yapılacak basit bir çarpma işlemine bakar. Diyelim filan marka suyun debisi Y litre/ sn. Hesap makinesini alıyorsunuz, 31.557.600 (çarpı) Y litre. İşte bir senede o kadar su gelir ve bunu standart hacim olan 19'a bölerseniz yıl içinde o kadar damacana doldurulabilir. Oysa bakıyorsunuz, bütün benzin istasyonları, kafeler, restoranlar, kantinler, askeriye, marketler, bayiler, plajlar tek bir marka ile dolup taşıyor. Üstelik sadece PET şişeler bunlar. Bardaklar, galonlar, dönüşümlü 19'luk damacanalar gümbür gümbür satılmaya devam ediyor. 

E peki bu kadar su nereden geliyor? 

Bu ülkede her işin bir açığı, her açığı kullanan bir dünya da kurnaz vardır, daima. 

Seneler önce çıktım ve dedim ki, "Organik tarım sertifikası hiçbir şeyin garantisi değildir! Sertifikaya bakmayın, üreticiyi tanıyın." Çünkü üreticinin sertifikasına bakarsınız mesela, onu kırk tane portakal ağacı için almıştır. Oysa tezgâhına bakarsanız yılın üç yüz altmış beş günü portakal vardır. Bir ağaç ortalama kırk kilo portakal verse eder sana 1.600 kilo. Sıfır zayiatla satsa üç günde bitmesi gerekir, ama bitmez. 

E peki kalan portakallar nereden geliyor? 

Doğal kaynak suyu artezyen kuyularından gelir, organik portakallar da Antalya Hali'nden... İşin özeti budur.  

Ne Finike'nin portakallarına kıran girdi ne de kuyular kurudu. Sağ eldeki sertifika ile sol eldeki portakal arasında bağlantı kuracak bir mekanizma yok. Kaynak debileri ile yıllık satış arasında mantık kuracak birini de hiç tanımadım. 

Arıtma ünitelerinden geçen saflaştırılmış artezyen suyu sınırlı miktarda doğal kaynak suyu ile paçallanarak sınırsızca dolum yapılabilir. 

Herhangi bir sertifika görseli ön plana çıkarılarak o sertifika ile hiçbir alakası olmayan ürünler de sınırsızca satılabilir. 

Damacana su alırken yazdığım markalardan şaşmayın. Kapaktaki hologramı her zaman gözünüzün önünde açtırın. Markalar arasında seçim yaparken size servis yapan bayinin dükkânına, hâline tavrına göre karar verin. ''Vücudunuz günde bilmem ne kadar kalsiyuma ihtiyaç duymaktadır, biz de bronz madalyamız ile bu ihtiyacınızı karşılamaya talibiz'' benzeri pazarlama tuhaflıklarına aldanıp 8-10 sertlikteki, tavuğa versen içmez sulara para vermeyin! Su içerken beklentiniz damak tadınıza uygun olması, içim yumuşaklığı ve sizi şişirmemesi olsun. Yarım litre suyu kafaya diktiğinizde bayıla bayıla içebiliyorsanız ve ardından herhangi bir şişkinlik yaşamıyorsanız o su sizin için ideal sudur. 8 sertlikteki sudan alacağınız kalsiyumun beş katını bir çay kaşığı yoğurttan da alırsınız. Bırakın o değerler beri kalsın. Türkiye'nin en kaliteli kaynak suları Madran Bölgesi'nden ve Bursa'dan çıkar. Madran Bölgesi ağır sanayi tesisi barındırmadığı için bir adım öndedir. Nihayetinde ''kaynak suyu'' dediğiniz şey su yataklarında bekleyip topraktan süzülerek yüzeye çıkan yeraltı suyudur. Yerin üstünde ne kadar az sanayi tesisi varsa sizin için o kadar yeğdir. 

Ev tipi arıtma cihazlarını soracaksınız. Hayır! Almayın. İlla alacaksanız da bu suyu dişinizi fırçaladıktan sonra ağzınızı çalkalamak için kullanın. Şehir şebekesindeki dandik suyu reçine ile filtre ederek bütün değerlerini öldüren, ütü suyu kıvamında bir şey çıkaran şeylerdir bunlar. Pazarlayanlar her satış üzerinden %40 civarı komisyonla çalışırlar. Dolayısıyla ürünlerini abartılı bir coşkuyla pazarlarlar. ''Suyunuzu analiz edelim" en klasik giriş cümleleridir. İçtiğiniz suyu bir bardağa doldurup basit bir elektroliz cihazını içine daldırırlar ve tüm mineralleri dibe çökertirler. Haliyle bardakta sarımsı, bulanık bir şey görürsünüz ve bunu gördüğünüz anda "Ne kadar pis bir suymuş içtiğimiz'' diyerek cihazı satın almanızı beklerler. Google var artık, bunlara lütfen kanmayın.

Ya damacanalardaki BPA? Buna da fazla kulak asmayın. Bir damacana dolusu su içtiğinizde vücudunuza alacağınız BPA miktarı, sıradan bir günde Bağdat Caddesi'nde beş dakika yürürken aldığınız BPA miktarının 1000'de biri filandır.  

Doğru düzgün bir markanın doğal kaynak suyunu tercih edin. Doya doya için. Yarasın, şifa olsun herkese. :) 

28 Temmuz 2012'de yazmışım.

Hatırlayanlara selam olsun. :) 


* * *

 

Yorumlar
Kalan Karakter 800