Zihin ve Ruh'un Özgürleşmesi: Sorgulayıcı Felsefe

Yaşadığın hayatın anlamını sorgulamışsındır elbette. Kendini de sorgulamışsındır belki, "nasıl bir hayat yaşıyorum?" diye. Peki kendi belirlediğin bir hayat tarzını mı yoksa başkalarının ya da toplumun sana dikte ettiği hayatı mı tercih ettin?

Ezbere dayanan, deneylerden uzak eğitim sistemlerinden geçerek atılmışsan hayata, sadece sana verilenlerle yetinmişsen, ders kitapları dışında ülkenin ve dünyanın yazarlarını okumak gibi bir alışkanlığın olmamışsa, merak etmemiş ve sorgulamamışsan nedir bu dünyanın hikayesi ve hayatın anlamı diye, işte o zaman hem yaşadığın hayat hem de ruhun kabullenici olmuş demektir.

Zira sorgulanmamış bir varoluş insanlara uygun değildir. Yaşamın ancak ne yaptığını düşünürsen yaşanmaya değerdir.

İnsanda öğrenme, keşfetme ve sorgulama merakı olmasa belki de hiçbir keşif, icat yapılamazdı. Ne suyun kaldırma kuvveti ne buhar gücü ne telefon ne de elektrik. Yüzlercesi, hep merak sorgulama ve araştırma sayesinde. O halde daha çocukluk yaşlardan başlayarak hem ailede hem okul sıralarında çocuklara sorgulamayı, yaratıcılığı teşvik edici öğretiler ve davranışlar aşılayarak onların ileri yaşlarında daha özgür ruh ve zihinlerle yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olunabilecektir.

Hayatı sorgulamamış, merak etmemiş, okumayı sevmemiş, bir şekilde kendini çaresiz ve zayıf hissetmiş olan kişi hayatta kalmak için çevresindekilere bağımlı hale gelmiş demektir. Güçlü kişiler onda aşağılık kompleksi yaratabilmekte, bir bakıma alışkanlık ya da bağımlılık hali oluşmakta, "güçlüler ne diyorsa doğrudur" diyen köleleşmiş ruhu da güçlülere biat etme noktasına gelmektedir.

Bir Rönesans gencinin sorgulamaları

Tam da burada aklıma Leonardo da Vinci’nin doymak bilmez merakı, doğada, çevresinde gördüğü her şeyi sorgulayarak çözümler arayıp bulması geldi. Rönesans Avrupası da böyle doğmadı mı?

Zamanı geri sarıp 16.yüzyıl ortalarındaki Avrupa’ya bakarsak Rönesans’ın etkilerinin yarattığı büyük bir kültürel ve entelektüel dönüşüm görürüz.

Kral II. Henry yönetimindeki (1547-1559) Fransa’da siyasi ve toplumsal yapılar oldukça karmaşık, ülke içindeki dini ve siyasi çatışmalar yoğunluk arz ediyordu.

Étienne de La Boétie 1530 yılında Fransa’nın Bordeaux şehrine yakın bir komünde dünyaya gelir. Ailesinin monarşiye destekleri sayesinde sonradan soylulaşsa da erken yaşta yetim kalmıştır. 1553'te, henüz 23 yaşında iken hukuk fakültesinden mezun olur ve Kral'ın onayı ile Bordeaux Parlamentosu'nda danışman olarak görev yapmaya başlar. Parlamentoda Fransız deneme yazarı Michel de Montaigne ile tanışan La Boétie onunla derin bir dostluk kurar. Öyle ki La Boétie'nin çok genç yaştaki ölümünün ardından Montaigne, “Kanımca çağımızın en büyük insanıydı” diyecektir.

Yaşadığı dönemin siyasi ve toplumsal karışıklıkları La Boétie’nin düşüncelerini şekillendirmiş, içindeki gençlik ateşi onu merak etmeye, sorgulamaya itmiştir. Böylece Kral'ın onayı ile Bordaeux Parlamentosu danışmanı olan genç adam ülkesinde yaşanmakta olan toplumsal sorunlara ve nedenlerine kafayı takar bir kere. Ne mi bunlar?

  • Fransa, Katolikler ve Protestanlar arasında şiddetli dini çatışmalara sahne olmaktaydı
  • Kraliyet ailesi içindeki güç mücadelesi ve soylular arasındaki rekabet, siyasi istikrarsızlığa yol açıyordu.
  • Savaşların ve hasat sezonlarının kötü geçmesi ekonomik sıkıntılar doğuruyor, bunun sonucu olarak köylülere ağır vergiler salınırken bir yandan da şehirlerde işsizlik ve yoksulluk giderek yaygınlaşmaktaydı.
  • Feodal sistemin kalıntıları toplumsal eşitsizlikleri derinleştiriyordu. Soylular ve ruhban sınıfı geniş ayrıcalıklara sahipken köylüler ve şehirli orta/ alt sınıflar zor koşullar altında yaşamlarını idame ettiriyorlardı ki bunlar sorgulamaz, itiraz etmez, hatta sorgulayanları da hoş karşılamazlardı. La Boétie bunun esas sebebi olarak insanların geleneklere, ideolojilere bağlılığını gösterir, insanların akıllarını işletmemelerinden dolayı kendilerine dayatılan türlü hegemonyalara boyun eğdiklerini söyler.

La Boétie şöyle der,

Yanlışı alkışlıyorsan fikrin yoktur.

 Eğri ile doğruyu ayıramıyorsan aklın yoktur.

 Yalana sahip çıkıyorsan ahlakın yoktur.

 Akıl ve ahlakını kiraya verdiysen sen zaten yaşamıyorsundur.

Avrupa’da egemen olan feodal düzende otoriteye bağlılık usulü geçerliydi. Özellikle Rönesans ve Reform sonrası 16 ve 17. yüzyıllarda etkisini yitirmeye başlayan bu bağlılık Fransız Devrimi (1789-1799) ve ardından gelen Sanayileşme Çağı ile batıda biat kültürünün yavaş yavaş yok olmasına ve demokrasinin yerleşmesine yol açmıştır.

Son Söz

Merak edici, sorgulayıcı düşüncenin ötesinde, sanat, edebiyat, felsefe, müzik, her anlamda her alanda demokrasi, düşünce ve ifade merak özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, başta kadınlar olmak üzere insan hakları, milli gelirin adil bölüşümü, refahın artırılması, çalışmak, çok çalışmak ve çok üretime dayalı, insani ilişkilerde doğruluk, vicdan, saygı ve vefa, hurafelerden uzak, hep aydınlığa koşmakla mümkündür zihnin ve ruhun özgürleşmesi.

 

2 Eylül 2024

Heybeliada

Yorumlar
Kalan Karakter 800