Karanlık Denizlerde Sabah Olmuyor/ Bir Aldatma Hikayesi
Nasıl olur bu? Herkese, her şeye inancımı yitirdim. Keşke başka birisiyle olsaydı. Nasıl yaşarım bundan böyle; birbirimizin suratlarına nasıl bakacağız? Onlarsız nasıl yaparım ben, çok sevdiğim iki insan; canım, canlarım bunu bana nasıl yaparlar?
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlGörmezden, bilmezden mi geleyim? Hıyanet ve aldatma içinde olduklarından habersiz olduğumu biliyorlar; bırakayım, böyle mi devam etsin? Mümkün mü bu, becerebilir miyim? Becersem de ikiyüzlülük olmaz mı, birbirimize karşı maskeler takınmamız nasıl olur? Maskenin, riyanın, ikiyüzlülüğün olduğu yerde sevgi barınabilir mi?
Kaç gündür olmuyor işte; geceleri birbirimize sırtımızı dönüp yatıyoruz; dokunması, okşaması bir çalı, bir dikenli tel gibi ruhumu kanatıyor. Hele “bir şey mi var?” diye sorması; midemi bulandırıyor, bir riyayı yaşıyorum.
Pervin de öyle; her gün birbirimizi arardık; bir kardeş değil, bir yoldaştık onunla. Telefonlarına çıkmak, yüzünü görmek istemiyorum. Acaba kaç zamandır böyleler? Hiç hissettirmediler bana; Pervin uzun zamandır kocasından ayrı yaşıyor, ama hamile. Acaba karnında taşıdığı çocuğun babası Güngör olabilir mi?
Oysa söyleyebilirlerdi. Acım bu kadar olmazdı. Aramızdaki ulvi duygular bunu gerektirirdi. Ama onlar bir maskenin, bir riyanın ardına gizlenmeyi yeğlediler. Sırtımdan hançerlediler; nasıl kıyarlar, nasıl kıydılar bana?
En yüce, en güçlü duygunun sevgi olduğunu bilirdim, ama gel gör ki şehvet ve tutkular yerlerde süründürüyor onu. Acaba sevdiler mi, seviyorlar mı birbirlerini? Keşke öyle olsaydı… Cinsel dürtüleri bana olan sevgilerini katlamış olmalı. Duyulduğunda, bilindiğinde benim kahrolacağımı bile bile nasıl yaparlar bunu?
En kötüsü de riyakârlıkları. Şimdi karşılarına çıksam, yüzlerine vursam yaptıklarını, büyük olasılıkla inkâr edecekler, yanlış anlamışsın, yanlış görmüşsün diyecekler, suçu bana yükleyecekler. Belki de beni iftira etmekle suçlayacaklar. Neden yapmadım, yapamadım bunu? Onları incitmek, yıkmak istememem olabilir mi? Onları kaybedeceğimden korkmuş, çekinmiş olabilir miyim? Onlara olan sevgi ve muhabbetim, bu pisliği haykırmama engel olmuş olabilir mi? Neyim ben, evliya mı?
En ulvi duyguları da, en süfli olanları da aynı kafanın içinde barındırıyor insan. Duygularımızın hangisi süfli, hangisi ulvi ve ne kadarı gerçek bunların? İnsan kendisine göre mi belirliyor bütün bunları. Demek ki duygular kesişince her şey yaşanıyor; etik denen, ahlak denen bir şey yok mu?
Etik, ahlak demediler, tutkuları her şeyin üzerini örttü ve pek ala becerdiler bunu. Sonrasında bana riyakârlığın şahikasını yaşattılar. Ama sadece tutkulardan ibaret değil ki insan; idraki, şuuru, vicdanı var!
Aynı şeyi ben Pervin’e yapsaydım kardeş mardeş dinlemez, can düşmanı bellerdi beni. Ya Güngör ne yapardı? İffetsiz, namussuz, fahişe olarak damgalardı; belki de yaşamama izin vermezdi. Peki, insanın kendisine reva görmediğini, başka birine reva görmesi nedendir? Nasıl açıklayabilirim ki bunu? Aslında bunu onların açıklaması gerekmez mi? Maskenin ardına sığınmak, insanlıklarını kurtarabilir mi? İdraksiz, şuursuz, vicdansız bir hayvan mı her biri?
Öyleyse insan olarak yaşamanın, güvenin, sadakatin ve sevginin ne anlamı kalıyor ki? Ne olacak bundan sonra? Kırılan kırıldı, dökülen döküldü bir kez, artık eskisi gibi olur mu? Güngör, Pervin’in oynaşlarından biri olacak sadece. Ya biz, ya sevgimiz ne olacak? Onsuz yaşayabilecek miyim ya da onla birlikte? Ne yapacağımı bilemiyorum, o günden beri intihar etmeyi düşündüm kaç kez. Dayanamıyorum!
Neden ayaklarım taşıdı beni buraya? Onun sevgisi mi yoksa yalnızlığım, çaresizliğim mi? Bunların da ötesinde paylaşacak bir dost, sığınacak bir kucak arayışım mı? Neye güveneceğim, kime sığınacağım ben? Hala seviyorum onu.
Bu vapurda tanışmıştık onunla. Sabahları 8.1 vapuru: ya ‘Turan Emeksiz,’ ya ‘İnkılâp’ olurdu. Sevgi, muhabbet ve saadetimizin ilmekleri bir bir atıldı bu yolculuklarda. Meğer aynı semtte oturuyormuşuz, dolmuş durağından başladı bu kez birlikteliğimiz. İkimiz de evlerimizden çıkıp işlerimize gidiyorduk ve 8.1
vapuruyla karşıya geçiyorduk.
İlk gördüğümde içime aktığını biliyorum, halim, selim bir gençti. Onunla hayaller kurmaya başladım, o da aynı hayalleri paylaşıyordu benimle. Dünyada sevgilimi, yoldaşımı buldum diyordum. O ise "Dünyayı geç, ben sende evrenimi buldum" diyordu. Bunu söylerken bakışları ruhumun derinliklerinde geziniyordu.
Söz verdik, yüzüklerimizi parmaklarımıza geçirdik birbirimizin, martıların tanıklığında. Bizi kanatlarına alıp gönül yurduna taşıdılar, ikramımız simit lokmaları oldu onlara.
Sonra aileler tanıdı birbirini, yasallaştı birlikteliğimiz. Belediyenin defterine geçti adlarımız. Memure Hanım sormuştu her birimize; “Evlenmek istiyor musunuz?” Bu soru, o kadar komik gelmişti ki bize, bütün gecemizin esprisi olmuştu.
Ruhlarımızın yanında bedenlerimiz de birleşmişti. “Seni sonsuza kadar bırakmayacağım!” demişti. Ben de “Sen sonsuzsun zaten” diye yanıtlamıştım onu. Birbirimizi yaşamak için çocuk bile yapmadık senelerce…
İşte buradayım, bu vapurda, mekânımız olan üst güvertede, sarı bacanın altında! Yaz kış burada olurduk. Kışın karayelden bıçak gibi esen rüzgârın soğuğu vız gelirdi bize. El ele göz göze olurduk; kalplerimizin sıcaklığı, dünyanın bütün buzullarını eritebilir diyorduk.
Lodos havalarda bir beşik gibi sallanırdı vapur, bedenlerimiz birbiriyle buluşurdu, tutunurduk birbirimize ayakta durabilmek için. Sarhoş lodos benzetirdi bizi kendine. Hep sevdik bu sarhoşu. Kafası atıp fırtınaya dönüştüğünde etrafında kimseleri görmek istemezdi; kayıkları, motorları savururdu sahile, vapurlar seferden kesilirdi.
Ama biz bırakmazdık onu, mendireğe yürürdük. Nikâhımızın kıyıldığı Evlendirme Dairesi'nin önünden geçerek üstüne çıkardık. Çılgın lodosun beyaz köpükler halinde kıyıya savurduğu denizin kayalardaki patlamasını seyrederdik.
Bir gün “Biliyor musun?" diye sormuştu bana, “Aşkımızın bu kayalar gibi sağlam ve güçlü olduğunu yaşıyorum sende. Ne lodos, ne karayel hiçbir fırtına yerinden oynatamayacak onu.” Çok mutlu ve çok güvenli olurdum onun bu sözlerinde.
Martılar! Sizinle söyleşmeye, dertleşmeye geldim. Kimselere bir şey söyleyemiyorum. İçime akıyor her şey, tıkandığımı, boğulduğumu hissediyorum!
Neredesiniz martılar? O boyunları halkalı, gözleri hareli martılar! Sizler de mi olmayacaksınız yanımda? Yalnız koymayın beni! Bu gönül, bu hıyanet, bu hicran yaralarıyla nasıl yaşayacağım?
Kafam durmuş, sanki beynim kurumuş, hiçbir şey düşünemiyorum. Dışarıdaki fırtınanın can alan homurtuları kulaklarımı tırmalıyor. Oysa hava güzel biliyorum. Dirliğimi, dengemi yitirdim; elim, ayağım emanet gibi bedenimde.
Soluklarım boğazımda düğüm düğüm, zor alıp veriyorum. İçim daralıyor, kendimi atmak istiyorum bir yerlere. Bedenimi taşıyamıyor bacaklarım, mecal kalmamış dizlerimde.
Beynimin kıvrımlarında geziniyorum, hücreleri arasında dolanıyorum, hepsi dumura uğramış, bir felaket nedeniyle terk edilmiş evler gibi: Kapılar, pencereler kapalı, kimsecikler yok içeride. Bir can, bir yoldaş arıyor gözlerim oturup söyleşecek: “Nasıl olur bu?”
Kalın bir küf kokusu genzimi yakıyor, sanki güneş kaynıyor tepemde. Korkunç bir kum fırtınası etraftaki her şeyin üstünü örtmüş, bir kamçı gibi geçmiş üzerlerinden. Kanayan yerler kurumuş, kızıl pas lekelerini andırıyor.
Fırtınanın homurtusu hala uğursuz bir köpek gibi uluyor dışarıda. Çığlıklarım yüzümde yankılanıyor; çığlıklarımda boğuluyor çığlıklarım. Gözlerim kirpiklerimin ağırlığını taşıyamıyor. Kenetlenmiş kirpiklerim, içeri güneş sızmıyor, karanlıklardayım…
Üşüyorum. Güneşe tutunmak istiyorum, ama karanlık denizlerde sabah olmuyor…