İçi Seni Dışı Beni İstanbul

İstanbul'u uzun aralıklarla gören bir taşralının hissiyle bir bölüm eklemek istiyorum. Eğer sıkılmazsanız okuyun.

Bütün iş yorgunluğunun ortasında dün gece ben de yorgun İstanbul'a geldim. Kırmızı ışıktaki bekleme süresi uzayınca içim geçiyor filan, artık oralara geldim. :) O yüzden uzun bir yazı yazamadan erken kaçacağım, fakat İstanbul'u uzun aralıklarla gören bir taşralının hissiyle bir bölüm de eklemek istiyorum. Eğer sıkılmazsanız okuyun.

Boğaz'ın iki yakasını gören bir noktada Maslak'tan Çamlıca'ya sahil şeridini gözlerimle takip etmeye, değişimin hızına şaşkınca akıl erdirmeye çalışıyordum. En son Fenerbahçe dükkanının açılışı için gelmiştim. Dönüş tarihim 12 Ağustos'tu galiba. Yani arada Eylül, Ekim ve biraz da Kasım geçmiş, ama sanki 50 senelik, 100 senelik bir değişim gerçekleşmiş. Cidden şaşılası ve çok acayip bu hal. Zaman (çarpı) 10 hızda ilerliyor gibi. Aklım ermiyor ve sanırım korkuyorum da bundan.

İnsanın doğası, arzuları, talepleri, planları ve değerleri değişiyor. Toplumların etnografik yapısı bütün dünyada hızla değişiyor. Çocuklarımız artık çocuk değiller. Çocuk gibi değiller. Kuşakların normları değişiyor. George Orwell romanı mıdır yoksa ben mi fena yaşlandım çözemiyorum, ama alıştığımız kurallar ve gelenekler bu görülmemiş hıza uyumlanamazlar ise boşlukta yüzen, zemin bulamayan bir toplumda uyanmamız çok yakınmış gibi geliyor.

Çocuklara doğru nedir, yanlış nedir'i öğretmeye yetişemiyoruz, ellerindeki telefonlardan öğreniyorlar. Bizler değil yapay zekaya yüklenmiş bilinçaltı mesajları, bunların döşendiği, bunları sahneleyen aktörler şekillendiriyor onları: "Şunu sev, bundan nefret et! Doğru şudur, bunu yap. Aldırma, parana bak! Ne olursa olsun, neye mal olursa olsun sen sadece parayı düşün." Ahlaksızlık, onursuzluk, gurur, erdem, adalet... Mazide kalmış işler bunlar. Fiili bir karşılıkları yok bugün. Sen kendi dalgana bak.

Ortak değerler, ortak idealler tükeniyor. Bölüne bölüne, küçüle küçüle, şucu-bucu diye diye ortak bilincimiz yok ediliyor. Çemberlerimiz öylesine daraldı ki içine kimse sığamıyor. Komşu komşuya düşman oluyor. Arkadaş arkadaşa. Herkes herkese düşman ve herkes yapayalnız kalıyor. Farkında herkes ve herkes korkuyor.

Bu tiyatro binlerce yılda binlerce defa sergilendi, fakat ilk defa hormonlu biçimde deneniyor. "Birileri yapıyor, şunlar kontrol ediyor" diyebilmeyi tercih ederdim, fakat işler bütünüyle kontrolden çıkmış gibi duruyor. Genç dimağlardan pompalanan nefret dalga dalga büyüyüp herkesi sarıyor. Hiç tanımadığın bir insan hakkında ya da aslında neler olduğunu, nasıl başladığını ve ne şekilde ilerlediğini bilmediğin bir olay hakkında iki tuşla nefret saçabiliyorsun. Linç edebiliyorsun, tarihe gömebiliyorsun. Çok kolaylaştı, ama bunun sonuçları herkes için çok acı olacaktır. Maalesef tehlikeyi görebilen çoğunluk henüz  çıkmadı. Emekler üzerinde yükselen bir nesil, nesiller, bir medeniyet kuşağı belki, tarihe gömülürken yeni bir 'şey' gelişiyor. İyi olmasını umuyorum, fakat umamıyorum. Karamsar bakmamaya çalışıyorum, yapamıyorum. Belki de ciddi ciddi ben yaşlanıyorum.

Sosyolojik değerlendirmeleri sosyologlara bırakarak ilk cümleden toparlayıp kapatayım.

Üç ayda bir gördüğüm ve gelişimine şaşırdığım İstanbul bütün çilesine ve zorluklarına rağmen dünyanın en güzel şehri.

Rakipsiz bir cazibesi, acayip bir büyüsü var. Yaşamak zor mu, zor.

Ama dünyanın en güzel şehri.

Yorumlar
Kalan Karakter 800