Kelebeğin Rüyası
“Güzel olan yaşamaktır, bir süre sonra öleceğimiz değil.” Rüştü Onur- ‘Şair’
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone Ol“Güzel olan yaşamaktır, bir süre sonra öleceğimiz değil.”
Rüştü Onur- ‘Şair’
Sinemaya giderim, severim de ayrıca. Ancak bu konuda sistematik bir bilgiye ve birikime sahip olmadığımı da belirtmeliyim peşinen. Bu kez bir ev ödevi hazırlamak için gitmem gerekiyordu sinemaya. Kadir Has Üniversitesi’ndeki yazarlık kurslarına katılmıştım. ‘Kelebeğin Rüyası’ adlı film izlenecek ve hakkında bir şeyler yazılacaktı. Ödevimiz buydu. Cumartesi günü kurs çıkışından sonraki saatler uygun olacaktı bunun için. Kendime bir program yaptım; filmi okul çıkışında, karşı yakada ya Capitol’de, ya da Nautilus’ta izleyecektim. Önemli olan bir şekilde Anadolu yakasına geçebilmemdi. Ama nasıl, nereden ve ne şekilde? İstanbul’da yaşıyorsanız ve de özel bir aracınız yoksa meğerki olsa bile, bu soruları sormalıydınız kendinize.
Unkapanı’nda Üniversitenin kapısındayım. Eminönü yönü tıkalı yolun. Karaköy yönü de öyle. Trafik kilitlenmiş, yerinde sayıyor araçlar. Metrobüs geldi aklıma, Aksi yönde yol açık. Üniversitenin önünden Eyüp yönüne giden otobüslerden birine binecek, ilerde çevreyolunun geçtiği köprü ayağında inecek ve buradan köprü üzerine çıkıp metrobüsü kullanarak kolay bir şekilde karşı yakaya geçebilecektim. O anda bu fikir çok cazip geldi bana. Hay aklınla bin yaşa!
Oysa Eminönü’ne kadar yürüyüp vapura binmek vardı ama o kadar yolu yürümeyi göze alamadım nedense. Yolun karşısına geçerek, Eyüp yönüne giden otobüslerden birinin gelmesini beklemeye koyuldum. Bekle ki, otobüs gelsin… Görünürde otobüs yok. Merak edip yolculardan birine sordum; “Neden otobüs gelmiyor?” Yolcu, “Otobüsler, Eminönü’ne gidemiyor ki oradan buraya gelebilsinler.” diyerek yanıtladı beni. Haklıydı, bunu benim de düşünmem gerekirdi. Bir hayli bekledikten sonra nihayet bir otobüs yanaştı durağa. Otobüs de, durak da insan dolu. “Nasıl bineceğim buna?” Ama mecburdum, ön kapıdan bineceğime orta kapıdan binmek zorunda kaldım. Kart basma makinesi otobüsün önünde, kartı nasıl basacağım? Rahatsız oldum. Neyse bunun da kolayını bulmuşlar; kartlar elden ele geçirilerek, makineye kadar gidiyor, makinede birileri tarafından okutulduktan sonra, aynı yolla sahiplerine geri dönüyordu. Ben de öyle yaptım. Kartım bu zorunlu yolculuğu tamamlayıp, elime henüz geçmişti ki, otobüs ineceğim durağa yanaştı. Yakam, paçam bir yanda indim otobüsten aşağıya.
Üzerine tırmanacağım köprü hayli geride kalmıştı. Bir durak önce insem de durum değişmezdi. İki durak arasındaydı tamı tamına köprünün ayağı. Geriye yürüyerek köprünün ayağına geldim. Haliç’in iki yakası arasında, başımın üzerinde heyula gibi uzanıyordu köprü. Yerden köprünün üzerine tırmanan dik ve sarmal merdivenler Eiffel kulesi gibiydi, en az yüz, yüz elli basamak… Bu yaşta bu merdivenleri nasıl çıkarım? Hadi çıktım diyelim, bir de yürümek vardı; ya kuzey yönünde Sütlüce, ya da güney yönünde Edirnekapı duraklarına kadar. Kaldım ortada! Nereden, nasıl gideceğim Anadolu Yakasına? Derken, Haliç Vapurları geldi aklıma. Nasılsa vaktim vardı, hava da güzel sayılırdı. Ayvan saray Vapur İskelesine doğru yürümeye başladım ıslık çala çala. Buradan bineceğim vapur; Haliç iskelelerine uğraya, uğraya beni Üsküdar’a çıkaracaktı nihayetinde. Güzel bir çözüm. Hay aklınla bin yaşa!
Ayvansaray İskelesi’ne ulaştığımda saat 16’ya geliyordu. İki saattir yollardaydım. Amacım doğrultusunda kat ettiğim mesafe, Unkapanı Ayvansaray arası, sadece birkaç durak. Uçsan uçamazsın. Taksi de çözüm değil, çünkü gidecek yol yok. Kaldı ki emekli ve geliri sınırlı olan bir insanım. Sağ yanıma bakıyorum yol hınca hınç araba ve insan dolu. Sol yanıma bakıyorum deniz bomboş! Haliç uzayıp gidiyor ta Anadolu yakasındaki kıyılara dek. Bineceğim vapur kırk dakika sonra gelecekmiş iskeleye. Saatte bir gelirmiş hazret! Neden daha sık aralıklarla değil? İstanbul’un üç yanı değil, altı yanı deniz. Haliç’i de katarsak bu sayı sekize çıkar. Neden deniz kullanılmaz bu şehirde? Ne denizi biliriz, ne denizden çıkanı tanırız, bir garip toplumuz.
Bindiğim Haliç Vapuru, Ayvansaray’dan kalkıp Halıcı oğlu ve Kasımpaşa’dan sonra tekrar karşı kıyıdaki Yemiş iskelesine geçiyor. Sonrasında tekrar karşı kıyıya geçip Karaköy’ü unutmuyor. Dilenci vapurları gibi. Manevralar, palamarlar, iskele alıp vermeler, indiler, bindiler hayli zaman alıyor. Vakti olanlar için oldukça keyifli, olmayanlar içinse bir karabasan. Çocukluğumda Kasımpaşa’dan Yemiş iskelesine kayıkla daha çabuk giderdik. Hele ki, Karaköy’e yaya gitmek daha az zaman alırdı. Bir tek Şişhane yokuşunu tırmanmaya bakardı. Ondan sonrası, kendini bıraksan yumurta gibi yuvarlanarak inerdin Karaköy’e.
Şimdi Karaköy’den ufka açılıyor vapur; şükür, görüyorum artık Anadolu kıyılarını; Kadıköy’ü, Üsküdar’ı daha ötelerde Boğaziçi’ni. Gerçekten güzel bir coğrafyası var bu şehrin. İnsanı büyülüyor adeta. Tarihi yarımada sağımda, zamana meydan okuyor. Vapur hafiften kırıyor burnunu Boğaziçi’ne doğru. Mavi yol sanki sonsuzluğa ve özgürlüğe açılıyor. İnsana tatlı bir ürperti yaşatıyor. Hemen sonrasında karşı kıyıdaki Harem, Salacak, Kızkulesi, Şemsi paşa, Üsküdar yaşam dolu…
Üsküdar Meydanındayım. Aylardan sonra, karaya ayak basan denizciler gibiyim. Nereden çıkar bu kadar insan? Ya bunca araç, bunca araba, nereden gelir? İnsanlarla vasıtalar iç içe geçmiş, harp meydanı gibi. Bu şehre bu kadar insanı doldurmak nedendir? Nadide bir coğrafya parçasına bu denli kıyılır mı? Hayır, biz İstanbul’u sevmiyoruz, onu sadece kullanıyoruz!
Yollar tıklım tıklım trafik kilitlenmiş. İnsanlar otobüslerde, minibüslerde balık istifi. Unkapanı, Üsküdar hiç fark etmiyor. Şehrin bütün arterlerinde aynı ıstırap. Üç buçuk saatte geldim; Unkapanı’ndaki okuldan, sinemanın bulunduğu Altunizade’deki Capitol denen AVM’ye. Bu kadar zamanda aya gidecek birazdan eloğlu. Neyse, 17.45 matinesine sağ salim yetiştim. On beş dakikalık bir zamanım var; AVM’nin önünde durmuş, gelip geçeni seyrediyorum. Bir hayli genç nüfusa sahibiz. Benim gibi yaşlılar pek yok ortalıkta ama burada da araba ve insan kaynıyor. Park yerleri ağzına kadar dolu. Özel park etme firmaları türemiş, ‘Vale’ deniyor bunlara. Aracınızı onlara teslim edip giriyorsunuz AVM’den içeri. Park etmekle, park yeri aramakla uğraşmıyorsunuz. Ama bir bedel ödüyorsunuz çıkışta. AVM’nin ücretsiz olan park yeri, ücretli hale geliyor böylece.
Görünüşe bakılırsa, keyfi yerinde insanların. Eski araba pek yok. Arabaların çoğu yabancı marka, hepsi ithal, lüks ciplerin sayısı da az değil. Akın akın girip çıkıyor insanlar mağazalara; alışveriş yapıyorlar, yiyip, içiyorlar. Ülkenin yarısı yoksulluk sınırında yaşıyor dense de, burası için geçerli değil bu sav. Nedense yerden bitme mantar gibi çoğaldı son zamanlarda bu AVM’ler; olur olmaz yerde bitiveriyorlar, kârlı bir iş olsa gerek.
11 no’lu salonda yerimi alıyorum. Sondan üçüncü sırada, 14 numaralı koltuğa bırakıyorum kendimi. Yorulmuşum! Sonrasında güzel bir film izledim. Film bütün yorgunluğumu almıştı ve onu seyretmek için gün boyu katlandığım onca meşakkate değmişti.
“ŞAİR RÜŞTÜ ONUR” da geçip gitti bu dünyadan diğerlerimiz gibi. Ama bir farkla ki; dolu dolu yaşayaraktan, duyaraktan, geride kalanlarımıza bir mesaj bir duygu seli bırakaraktan; yaşamın, dostluğun, insan sıcaklığının ve sevgi yüceliğinin, ne pahasına ve hangi koşullarda olursa olsun, ne kadar kutsal ve değerli olduğunu anlataraktan;
“Güzel olan yaşamaktır, bir süre sonra öleceğimiz değil.” diyerekten, dedirterekten.
Cemal Çalımer
Zihin Okuma ve Sonuca Atlama Çağımızın sorunu, zihin okuma! Bazen karşındakinin fikrini sormaya çekindiğimiz için bazen yanlış anlaşılmaktan korktuğumuzdan bazen de kendi kendimize geliştirdiğimiz kodlamalarımıza teslim oluşumuzdan, yabancıların ‘jump in to conclusion’ dediği, aceleyle sonuca atlıyoruz.