Hayal ve Gerçek
Şu kısacık ömrümüzün acaba ne kadarı hayal, ne kadarı gerçektir? 'Böylesi anlamsız ve saçma bir soru olabilir mi?' diyesi geliyor insanın...
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlŞu kısacık ömrümüzün acaba ne kadarı hayal, ne kadarı gerçektir? 'Böylesi anlamsız ve saçma bir soru olabilir mi?' diyesi geliyor insanın. Ancak sorular saçma olmaz, olsa olsa verilen cevaplarda olur saçmalık. Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını galebe çalarken kafama takılan bu soru hakkında saçmalamadan birkaç şey söylemek isterim.
Eflatun’un dediği gibi, “Bir masayı hayal etmedikçe onu gerçekleyemezsiniz.” 'Etrafımızı saran her şeyin bir idesi, bir cevheri vardır' diyemeyeceğim ama bizi çevreleyen maddi her şeyin (Gerçek dünya) zihnimizde bir iz düşümü vardır. Bunlar bizim algılarımızdır ve gerçek dünyalarımız bu algıladıklarımızdan ibarettir.
Eflatun dini coşkusu olan, şair yaradılışlı bir düşünürdür. Çalışmalarında deneye dayalı araştırmanın, doğa bilimlerinin yeri pek azdır. O dünyayı bir hayal perdesinin ardından görür. Asıl olan ideler dünyasıdır. Ona göre, dünyamızdaki her şey bu ideler dünyasının izdüşümüdür.
Aristoteles ise bir araştırıcı, bir gözlemcidir. O dünyayı gerçekçi bir gözle somut, diri ve canlı olarak görür. Bugünkü bütün bilimlerin izini onun çalışmalarında bulmak mümkündür. Bilim dünyasında filozof denince ilk o akla gelir.
Aslında yazımızın ‘hayal’ tarafına Eflatun’u, ‘gerçek’ tarafına Aristoteles’i yerleştirmek manidar da olabilir. Eflatun metafizik, Aristoteles fizik dünyanın filozofları olarak bütün tarih boyunca kendilerinden sonra gelen bütün düşünce ve ilim adamlarına referans ve esin kaynağı olmuşlardır. Eflatun başta üç büyük semavi dinin, mistik ve metafizik dünyanın ilham kaynağı ve referansı olurken, Aristoteles’te bu görüngü gerçek ve fizik dünyaya dönüşür. O, elle tutulur, gözle görülür, gerçekçi ve deneyci bir dünyanın filozofudur. Bilindiği gibi Aristo, Eflatun’un talebesidir. Hocasıyla çatışan fikirlerini (Hocasına saygısı nedeniyle) onun ölümünden sonra kitaplaştırmıştır.
Hayal ve gerçek! İnsanı sarmalına almış bu iki olgu, aslında onun en büyük gerçeğidir. Her iki olgunun da insan yaşamındaki payları çok büyüktür. Esasen, düşüncelerimizi de hayallerimize katıp söylersek, insan yaşamı, onun hayal ve gerçeklerinin toplamıdır demek pek yanlış olmaz. Bu yaşamın sahibi biz insanlar, birbirinin zıddı olarak algıladığımız ve birine ‘gerçek’ diğerine ‘hayal’ dediğimiz bu iki devasa görüngünün değişmez oyuncularıyızdır.
Önce ‘gerçek’le başlayalım;
Gerçek; beş duyumuzla algıladığımız; elle tutulur, gözle görülür, canlı, diri olan âlemdir. Kendine göre yasaları vardır. Bu yasalar çerçevesinde yer, içer, yatar, kalkarız. Fizik yasaları gereğince de eskimeye ve yıpranmaya tabiyizdir. Çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık derken bir de bakmışız ki, sona gelmişiz. Hayat dediğimiz şey, yani gerçek âlem son bulmuştur.
Şimdi de biraz hayal edelim;
Sonumuzu hiçbir zaman göremeyiz, öldüğümüzü de bilemeyiz. Onu ancak hayal edebiliriz. Ölümümüz diğer insanların ve canlıların ölümüne benzer diye düşünürüz. Bunu düşündüğümüz anda da bir ürperti sarar benliğimizi. Acaba ölümden sonrası var mıdır? Diye düşünmeye ve hayal etmeye başlarız. Ölüm gerçektir de ölüm sonrasında rivayetler muhteliftir. Bundan sonrası spekülâsyona açıktır. İşte hayal dediğimiz şey en güçlü şekliyle bu aşamada çalışır. En ilkel insandan en modern insana kadar herkes bu dipsiz kuyuya su taşır. Bu yüzden, bütün dinlerin, dini öğretilerin ve inanç sistemlerinin ‘elifba’sı ölümle başlar. İnançlar ve hayallerin evrenidir bu mistik dünya. Kimine göre var olan kimine göre olmayan bir soyut âlemdir burası. İnsanlığın düşünce evreni de aynı kaderi yaşar. İki ana damara ayrılır bu konuda düşünür ve filozoflar. Bir kol hayal-ruh dünyasının (idealist yaklaşım) peşinde olurken, diğer kol (maddeci yaklaşım) maddi, görülen ve bilinen gerçek dünyanın peşinde olur. Arada kalanlar da oldukça hacimli bir düşünceler tayfını oluşturur.
İnsanoğlu diğer canlılar gibi varlığının düşkünüdür. Hep yaşamak, var olmak ister. ÖLÜM amansız düşmanıdır ve bunun karşısında çaresizdir. Bu yüzden UMUT’LA çıkar karşısına ölümün. Ölse de umudu tükenmez insanın. İşte umut, gerçek dünyada olduğu gibi bu mistik dünyanın da başat oyuncusudur. Umut (ölümsüzlük idesi) bu haliyle sadece fakirimizin değil, zenginimizin de ekmeğidir. En cahilimizden en âlimimize kadar umut fakiriyizdir. Bu fakirliğimizdir ki, hayallerimizi zenginleştirir. Din ve inanç sistemlerinin literatür ve ritüel zenginliği bu konudaki hayallerimizin zenginliğini yansıtır.
Esasen, insan kendi iç dünyasında çok büyük bir çatışma yumağıdır. Evrimimiz, bu konuda bizi kendimizle baş başa bırakmıştır. İnsanın en büyük çatışması da öncelikle kendisiyledir; Sonsuzluğu düşünen, ölümsüzlüğü hayal eden devasa bir sistem (bilinç), ölümlü ve sonlu bir bedene hapsedilmiş durumdadır. İşte insan bu çatışmanın eseridir. Düşünce şematiğimiz gerçeğin peşinde hayallerimizin dizginlerini eline geçirmeye çalışır ve çatışma bu suretle insanın iç dünyasına taşınır.
Düşünce ve hayal dünyalarımız beynimizin içindedir. Her ikisi de beynin türevidir. Beynimiz ise fizik varlığımızın ve dünya üzerindeki evrimimizin eseridir. İnsanoğlu bu durumda sonlu bir bedenle sonsuzluğu düşünen ve ölümsüzlüğü hayal eden bir beyni aynı fizik yapıda barındırır. Dış dünyanın kısıtları ve koşulları düşüncelerimizi biçimleyip hayallerimizi sınırlarken, hayallerimiz özgür kuşlar gibi oradan oraya uçmak ister. Yaşamları boyunca her iki olgu da birbirinin eteğini çekiştirip durur. Hangisi ağır basarsa insan o yöne meyleder. Bu yüzden insanoğlu kabına sığmaz bir görünüm içinde olur. Kâh durgun durağan ağırbaşlı, kâh ayakları yerden kesilmiş, ipe sapa gelmez bir hercai olur.
İşte tam da burada düşünce ve hayalin ne olduklarına ayrı ayrı bakmak gerekir. Düşüncelerimiz, hayallerimizin gerçek dünyaya adapte olmuş halidir. Düşünce bu haliyle gerçek dünyanın normatif yapısına uyan, yasalara saygılı bir yurttaş gibidir. O illiyet prensibine bağlı olarak sebep sonuç ilişkisi doğrultusunda yaşamını sürdürmeye titizlik gösterir. Hayallerimiz ise, hercai gönüller gibidir. Yasalarla prensiplerle başı pek hoş değildir. Arada bir de EGO bulunur. Kapıştıklarında araya girer. Genelde yasalardan yanadır. Ancak, hayali içten içe sever. Onun özgürlüğü, yasa tanımazlığı, hercailiği nedense hoşuna gider.
Bütün bunlardan ortaya hatırı sayılır bir tiyatro malzemesi çıkar. Boşuna söylenmemiştir ''İnsanoğlunun yaşamı bir tiyatrodur'' diye. Bu yüzden tiyatroyu severim. Genelde tiyatroyu herkes sever. Hele ki, çocuklar bayılır buna. Gerçeği, hayali, düşleri, sevinci, hüznü, sevgiyi, şefkati, bunun dışında hoyratlığı, hodkâmlığı, hercailiği, öz cümle bütün iyilik ve güzellikleri bir arada sergiler, hayatı gözümüzün önüne koyar. Tiyatro bu haliyle yaşamlarımızın (simülasyon) benzetim aygıtıdır. İnsana kendi muhasebesini, kendi muhakemesini yaptırır. Aslında bütün sanat etkinlikleri böyledir ve bunları esinleyen de hayallerimizdir. Bütün bunları insana yasak eden, günah diyen bazı normatif dünya gerçeklerini de göz ardı etmemek gerekir. Ama onlar da bu insanlık macerasının bir parçasıdır. Şimdi düşünüyorum da insanoğlunun ne güzel donanmış olduğunun idrakine varıyorum.
Kasım 2020 - Marmaris