Dört Buçuk Dünya
Lekesiz masmavi, dingin mi dingin bir gökyüzü. Hemen altında çam ormanlarıyla donanmış dağlar, bahçeler, ağaçlar, kuşlar… Ortalıkta biz insanlardan eser yok. Sanki bir başına kafasını dinliyor doğa, kuş cıvıltılarından oluşan fon müziği eşliğinde.
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlLekesiz masmavi, dingin mi dingin bir gökyüzü. Hemen altında çam ormanlarıyla donanmış dağlar, bahçeler, ağaçlar, kuşlar… Ortalıkta biz insanlardan eser yok. Sanki bir başına kafasını dinliyor doğa, kuş cıvıltılarından oluşan fon müziği eşliğinde.
Doğanın bu dinginliğine, bu güzelliğine ortak olup payıma düşeni almak istiyorum. Öylesine cömert ki doğa; çiçek kokularıyla harmanlanmış havasını ciğerlerime çekiyorum, hiçbir bedel ödemeksizin! Nefes alıp veriyorum, dolu dolu... Arılar, kelebekler uçuşuyor başımın üzerinde. Duyumsuyorum onu, onun bir parçası olduğumu. Kalbimin sesi kulaklarımda... Yaşıyorum!
Bir an gözlerimi aralıyorum, oturduğum bankta yalnız değilmişim meğer! O da benim gibi kendini vermiş güneşe. Hemen yamacıma ilişmiş sessiz sedasız… Kim bilir ne kadar zamandır böyle? Bilemiyorum ama birlikte doğanın sağaltıcı gücünü kullandığımız çok açık. Sırt üstü yaymış kendini banka, göğüs tüyleri bembeyaz, güneşin ışınları yansıyor her bir tüyünden. Sırt tüyleri ise kuzguni, simsiyah pırıl pırıl parlıyorlar…
Onun farkına vardığımın farkına varıyor; hafiften şımarıyor, geriniyor ve yumuşak bir ses tonuyla miyavlıyor. Belki de selam veriyor. Mırıltıları içime akıyor, bana tarif edemeyeceğim duygular yaşatıyor. Bütün bunlara ve saldığı enerjiye sevginin dışında ne ad verilir ki? Bilemiyorum, kelimeler o kadar yetersiz ki…
Doğanın içinde varlığımı düşünüyorum; o kadar silik ve minik bir nokta ki, belli belirsiz. Uzun zamandır bu sahil beldesinde yaşıyorum. Yaşamım o kadar sade, o kadar minimal ki; bundan huzur duyuyorum.
- Tüm kredi kartlarımı iptal ettim.
- AVM’lerin kapısından içeri girmiyorum.
- Televizyonu pek izlemiyorum.
- Kitaplarım, yazılarım, hobilerim yetiyor bana.
- Sebzemi, meyvemi bahçelerden,
- Balığımı denizden, etimi kasaptan,
- Sütümü inekten, (buharı üstünde)
- Yumurtamı tavuğun altından sıcak, sıcak alıyorum.
- Kaymağımı kendim yapıyorum, balın en alası arıların kursaklarında…
- Zeytinimi, salçamı, biberlerimi kendim hazırlıyorum.
- Turşumu, balığımı kendim kuruyorum,
- Ekmeğimi, komşu kadının tandır ocağından karşılıyorum.
- İki şort, üç tişört, bir sandalet yeterli oluyor buralarda.
- Mümkün olduğunca yürüyor, bisiklete biniyorum.
- Araba ve benzin tüketimim en aza düşmüş vaziyette.
Demek ki, oluyormuş diyorum kendi kendime. Ben doğanın bir parçasıyım, ona yakın olduğum ve onu yaşayabildiğim sürece varlığımı duyumsuyorum ve onda özüme kavuşuyorum. Damarlarımdaki kan gürül, gürül akıyor, iç huzurum yerinde ne şekerim ne tansiyonum kaldı. Kafam da bedenime eşlik ediyor, o da aynı dinginlik içinde. İnsan ile çevresi arasında güçlü bir diyalektik var. İçinde yaşadığınız çevre-ortam ne kadar iyi ne kadar güzel ve dinginse siz de bir o kadar iyi, güzel ve dingin oluyorsunuz.
Bu coğrafyada yaşamış, ilkçağ ‘sağaltıcı filozoflar’ (Kynik) geliyor aklıma. Kendimi onlar gibi hissediyorum; “Çıkacak cana bunca eziyet nedendir?” “İnsanın koyduğu her şey (yasalar, kurallar, normlar) doğaya aykırıdır. “Bilge kişi kendi kendine yeten kişidir.”; “Bağımsızlık en büyük erdemdir.” İnsanın gereksemesi ne kadar azsa, o kadar mutlu olur.” diyen, Platon’ları Gorgias’ları, Antisthenes’leri, Sisamlı Epikuros’u ve “Uygarlığın gereksiz, saçma ve erdem için zararlı olduğunu” söyleyen ve ona karşı kıyasıya savaşan Sinoplu Diogenes’i anımsıyorum.
Ruhum bu düşüncelerle aşina bir dostluk içindeyken, nedense bir anda, içinde bocaladığımız “Uygarlığın” acımasızlığını, benciliğini ve duygusuzluğunu duyumsar gibi oluyorum. Gözlerim kapalı, düşünüyorum:
Adlarını ve ne işe yaradıklarını bile bilmediğim koca koca makineler, arabalar, tırlar, kamyonlar, uçaklar, vapurlar, koca- koca gemiler ve bunların oluşturduğu kargaşa, trafik, yarattıkları ses ve doku kirliliği… Karmaşanın egemen olduğu kent yaşamında insanların dikenlerini birbirine batırmadan yaşayabilmenin ve ayakta kalabilmenin güçlüğü; kalabalıklar, yığınlar, birbirinin üzerinden atlayan insanlar… Bir hırs, bir tutku, bir açgözlülük... ‘Ne oldum delisi’ olmanın izharı olan ifrat, savurganlık ve gösteriş… Dışı boyalı ama içi boşalmış, boşaltılmış insanlık! Medeniyet, uygarlık, modernite diyorlar bütün bunlara. İnsanlara çok şey verdiği söylenen ancak insandan ve onun doğasından çok şeyi alıp götüren uygarlık!
Kalbim sıkıştı birden, bedenimi bir yangı sardı bütün bunları düşünürken. Bu kâbusun düşüncesi bile yetti, damarlarımdaki kanın daha hızlı akmasına. Ne derseniz deyin; doğanın bir parçası olan insan bedeninin ve ruhunun tepki vermesidir bu; kendinin olmayana, kendinden olmayana! İlmen de sabit olan bu gerçek bana şu soruyu sorduruyor:
İnsan, doğal ortamı ile haşır-neşir olarak, doğanın içinde olmak ve onda yaşamak yerine neden uygarlığın içinde oluyordu? İnsan bile bile kendini neden böylesi bir açmazın ve cenderenin içine sokuyordu? Neden kendine ait olmayan eğreti bir hayatı sürdürmek durumunda kalıyordu?
Kanaatimce; bu çetrefil sorular, çetrefil bir kapıyı zorluyordu; DÜZEN ve onun biçimlediği UYGARLIK. Batıda Rönesans, akılcılık- hümanizm ile başlayıp, sanayi ve hatta Fransız devrimlerini de yaşayarak, kapitalizm ile zirve yapmıştır. Günümüzde de ahtapotun kolları gibi bütün insanlığı sarmalına alıp dünyayı küresel bir Pazar haline getirmiş ve insanlar için bir uniform-kültür oluşturmuştur. Nedense uygarlık denince hemen de batı uygarlığı gelir aklımıza. Çünkü böyle algılatılmış, böyle kabullendirilmiştir.
Doğada ‘artı değer’ yaratan tek tür insan türüdür. Hayvanlar ve diğer canlılar oldukları gibidirler ve doğal bir denge içinde varlıklarını devam ettirirler. Artı değer yaratan insandır ve uygarlık bunun sonucudur.
Esasen bu güzel günde bütün bunlara girmek istemiyorum, bulaşmak istemiyorum uygarlığa. (Belki bir başka yazıda ve bir başka zamanda.) Ancak şunu söylemeliyim ki; Üretim vetiresiyle oluşan artı değer tarih içinde sosyal sınıfları meydana getirmiştir.
Diğer yandan, artı değer, üretim ve tüketim sarmalında yol alarak genişler. Bugünkü dünyamızda üretimi ayakta tutabilmek ve çoğaltmak için (artı değer) gerekli-gereksiz, tüketim olmalıdır. Oyunun kuralları buna göre kurgulanmıştır ve insanlar tüketimin esiri edilmiştir. Çünkü İnsanlar tükettikçe birileri artı değerlerle varsıllaşmaktadır ve bu varsıllaşma giderek tekelleşmiştir. Dünyamız bu yüzden, eline ne geçerse tüketen, şuursuz küresel koca bir pazara dönüştürülmüştür ve bu durum insanlara çeşitli algılama yollarıyla adeta dayatılmaktadır.
Günlük yürüyüşümden mutluluk ve haz yorgunu olarak dönüyorum. Kendimi uygarlıktan soyutladığım için huzur doluyum. Ancak cebimdeki radyo, dünyanın geleceği ile ilgili bir rapordan dem vuruyor:
“ABD’nin bugün sürdürmüş olduğu tüketim seviyesine denk bir “dünya tüketim standardı” için, 4,5 DÜNYA gerekiyormuş;
“AB standardında bir tüketim seviyesi için ise, 3 DÜNYA”;
Ürdün ve Tayland gibi ülkelerin tüketim seviyesine ancak yetebiliyormuş bugünkü dünyamız!
Ne yazık ki, elimizde tek bir dünya var. Onun da saçı-başı dökülmüş…
Mart 2021 – Marmaris
Cemal Çalımer
İlişkiler ve Duygular YelpazesiDuygularını rahatlıkla ve samimiyetle ifade eder misin, reddedilme endişen olsa bile sevdiğini söyler misin, kıskançlık kemirir mi içini, kalabalıklarda yalnızlık duygusu yaşar mısın?Yaşamımız binbir çeşit duygular yelpazesinde geçmekte…