Dünden Bugüne
Temmuz 2017'de, bundan yaklaşık yedi sene önce aşağıdakileri yazmışım. Yeniden paylaşmayı istedim, sonuna da bir not ekledim.
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone Ol15/07/2017
Mevsim yaz... Bir zamanlar çarşısında adım atmak için önümüzdekinin adımını atmasını beklediğimiz Kuşadası'nın, Bodrum'un, Marmaris'in ve Antalya'nın sokakları boş. Kepenklerin yarısı açılmıyor, açanlarsa hep bir ağızdan, "Şu yüzden bu yüzden..." diye söylenerek ağlıyor. Haklı oldukları konular elbette çoktur. Siyasi dinamikler, coğrafyadaki karmaşa filan turistin sayısında düşüşler yarattı. Doğru.
Peki ama sen ne yaptın?
Turizm benim işim değil. Ben gıdacıyım, hayvancıyım ve çiftçiyim. En iyi bunları bilir, söylerim. Yine de 1980'lerin Kuşadası'nda her yaz çalışmış, 1990'ların sonunda tanıştığı bir turizmciden de güzel kızı İpek'e sahip olmuş biri olarak sanırım üç beş şey söyleyebilirim. :)
Güneydeki savaş, güvensiz ortam, iç dinamikler, dış şeyler filan da... Ben Lübnan'ı da iyi bilirim. Yıllarca süren savaşı, yarısı yıkık, diğer yarısı da kurşun delikleriyle dolu binalarını bilirim. Turistlerin hemen yanında patlayan bombaları, adım başı kurulan kontrol noktalarını...
Buna rağmen ne zaman gitsem Beyrut'ta turist hep vardı. Kalabalıklardı, geziyorlardı, memnunlardı. Bu talihsiz şehir bombalar altındayken bile bir hayalet şehir olmadı. Çünkü ziyaretçisine karşı hep iyi niyetliydi, vericiydi ve kibardı. Esnafı yine bu coğrafyanın insanıydı, ama o esnaf, gelen turisti bir kazıklama, kandırma ve suistimal ikonu olarak değil, bir misafir olarak görmeyi başardı. Giden ve gören herkes bir daha gitmek için fırsatını kolladı. Anılarını çevresindeki onlarca insana hayranlık ve heyecanla anlattı.
Kendi ülkemden uzun örnekler verip ajite etmek istemem. Fakat bizler bırakın yabancı turiste ülkeyi sevdirmeyi, yerli turisti bile kaçırdık. Bir zamanlar giden herkesin denizini, sahil restoranlarını, sempatik esnafını anlattığı Kuşadası vardı, Çeşme vardı, Bodrum vardı... Şimdi bunların her biri sadece birer feribot limanı. Bu limanlardan karşı kıyıya, yani Yunanistan'a giden feribotlar ise mülteci tekneleri gibi dolu. Çeşme'de yediği dört kişilik akşam yemeğine asgari ücret kadar hesap ödeyen, Bodrum'un plajlarında yüzüp iki bardak bir şey içme gafletinde bulunduğu için kredi kartının limitini tüketen herkes kendini karşıya atıyor. Çünkü "karşı", insana, gelene, turiste değer veriyor.
Sisam'ın limanında iniyorsun, karşında araç kiralayacağın bir ofis. Arabalar küçük, ama pırıl pırıl. Günlük 30 Euro isteniyor. "O iyi midir, bu kötü müdür?" araştırmasına girmeden, önüne çıkan her otelde uyuyabilirsin. Ödeyeceğin yine Euro, 40 veya 50... Otopark parası yok, yol kenarı gasp eden vale saçmalıkları yok. Yüzler her lokantada güleç, sunulan her porsiyon büyük, attığın her lokma lezzetli. Zarif bir ikramın ardından gelen hesabı görünce yüzler istemsizce gülüyor. "Bizim orada yeseydik var ya..." sohbetleri kaçınılmaz açılıyor.
Kafana esen her plajda havlunu atabileceğin devasa boşluklar... Bedava. Şemsiye, şezlong istersen de 100 Lira civarı tutuyor ve akşama kadar ayırıyorlar sana. Güneş tepene çıkınca git otele sonra dön, yine seni bekliyorlar. Plajda taciz eden, her an yiyecekmiş gibi bakan kitle yok. Bir kadın olarak tek başına denize gitme gafletinde bulunduğun için garsonundan işletme sahibine hiyerarşik taciz de yok. Şunları gör, sonra git gidebilirsen bizim kıyılara. Öde, öde, öde...
Hani gidersin şöyle üç Michelin yıldızlı acayip bir restorana, öyle şeyler yersin ki ömrün boyunca anlatırsın, gıkın da çıkmaz hesaba... Öyle bir şey de yok. Ayçiçek yağında gelen yemekler, en ucuzundan salçamsı bir şeyler, nereden geldiği belli olmayan bakliyat, şu bu... "Elde kalan neyse onu değerlendirme" yolu ile hazırlanır bizdeki mezeler. Şefe sürekli, "Daha ucuzunu bul!" diye bağıran patronlar, "Ben zaten maaşıma bakarım," diyen robotlaşmış şefler, bahşişe endeksli garsonlar ve komiler...
Formül şöyle işler: Aylık, diyelim, 4 milyon ciro yapıyor restoran. Patron diyor ki bunun 500'ü kira, 250'si bütün personel, SGK hak getire, mutfağa giren malzeme de 250 olsa bana kalıyor 3 milyon TL. Boş sezonda ekip daima değiştiği için çalışan devamlılığı yok. Temizlik arama! Gözünle gördüğün yerlerin dışında yok. Vergiyi hiç sorma, onlar hep zararda.
Bunlar böyle değildi. Formülün sağlıklı işlediği 80'lerde, belki bir nebze 90'larda, turistlerin oluk oluk para akıttığı Ege'deki restoran yatırımcılarının kar marjları %10 - %15 bandında gezerdi. Kimisi iyi isim yapardı, onunki %20 idi ve hakkı idi. Personel mutluluğu önemliydi, servis kalitesi anca bununla gelirdi. Bakım, temizlik özenli olmalı. Mutfağa giren malzeme adını yaşatan şey...
Sonra ne olduysa oldu. Kısa yoldan aşırı para kazanma sevdası her yeri ve herkesi sardı. "Bir gelen bir daha gelmese de bana ne, seneye başka isimle açarım," formülü işlemeye başladı. Kazanç -ne derseniz deyin adına, helal edilmiş, edilmesi gereken bir değer olmaktan çıktı. Sonunda yabancı turist bizi defterden komple sildi, yerli turist de haklı olarak karşı kıyıya gitmeyi seçti.
Turizm esnafı kan ağlıyor da kimse kusura bakmasın, dönüp biraz da kendisine baksın. Hatalı politikalar, hatalı yönetim... Bunlar elbette suçlu. Fakat en az bunlar kadar 100 Dolar'a aldığı halıları 5.000 Dolar'a satanlar suçlu. Her yabancı kadına "Helga" muamelesini hak gören minibüs şoförleri, 100 Liralık yere 2.000 Lira yazan taksiciler suçlu. "Elektrik çok gidiyor" diyerek klimaların şalterlerini söken otelciler, "Bunlar iyice sarhoş, oh..." deyip müşterilerin kredi kartı limitlerini dibine kadar iç eden bar işletmecileri, 1 kilo karides ve 4 porsiyon dönere 65.000 TL hesap çıkaran da suçlu. Bu hesaba itiraz eden turistleri döven güvenlikçiler de suçlu.
Çocuğunun kirli bezini plaja atan Fatma Hanım da, yediği iki kilo çekirdeğin kabuğunu yere saçan Ahmet Amca da suçlu. Çektikleri astronomik fiyatları kabul etmek zorunda kalarak şezlong kiralayanlar dışında o plaja adım atan herkese terör estirenler de suçlu. Bizler, sizler denize girerken ağacın altında ellerinde bir poşet fıstık, yanlarında 15 teneke bira, gözleriyle MR'ımızı çeken sekizli genç grupları suçlu. Bu gençlere edep, ahlak nedir öğretmeyen ebeveynler de, bu gençleri eğitmekten imtina eden, teneffüslerde yanlış davranışlarını görüp düzeltmeye fırsatları varken okul önünde sigara içmeyi seçen öğretmenler de, en az turizmciler kadar suçlu.
Her meslek ve her alanda iyi insan olduğu kadar kötünün de olduğunu kabul etmeyenler suçlu. Gözleri kapatmak ile sorunların çözüleceğine inanan, çözümlerin önünü kesenler de suçlu. Elalem boş bir çölde vaha inşa ederken her köşesi ayrı güzel, her karışı rüya olan bu coğrafyada hem kendi ayağına hem toplumun ayağına sıkan günübirlik kazanç peşinde koşanlar, müessese olamayanlar suçlu.
Böylesine güzel bir ülkenin sahipleri olarak el ele, kol kola, ortak idealler peşinde hareket etmeyi, insan olmayı, komşu olmayı, esnaf olmayı unutanlar kimler ise, onlar da suçlu. Şu güzel toprağın üzerinde adım atarken mutluluktan gözleri yaşaran bizlere bile birer B planı çizdirenleri hakkımdır ki suçluyorum. Kızıyorum. Buraları yaşanmaz kılanlar, "Buralardan kaçalım," dedirtenler, bu dinamikleri ortaya çıkaranlar enselerinde nefesimizi iyice bir duysunlar istiyorum. Başta yazdım, benim alanım gıdadır. Turizm değil, ekonomi değil, politika hiç değil. Ancak gıdada gördüğüm her ne varsa turizmde, turizmde gördüğüm ne varsa hizmet sektöründe, orada ne varsa siyasette, kaçınılmaz olarak da ekonominin sonuçlarında bu karmayı gördüğümüzü ve göreceğimizi anlayabiliyorum.
Bilmem nerede pizzacı açılmış, iddialı, hem de çok... Havalar, pozlar, Instagramlar inliyor. Merak edip gidiyorsun. Bir orta boy mantarlı pizza siparişinden sonra önüne gelen şey fabrikasyon herhangi bir un, fabrikasyon herhangi bir domates salçası, fabrikasyon mantar, fabrikasyon ve tadı sıfır zeytinden bir mamul. Peynir peynir bile değil, kıvamlı margarin. Tadını bırak, görüntüsü anlamana yetiyor. Dekordur, kostümdür, havadır, pozdur onlar on numara... Hesap da tabii buna yaraşır halde.
Kalkıyor, lanet ediyor, bir daha adımını atmamaya yeminler ederek eve dönüyorsun.
İtalya'nın herhangi bir yeri, herhangi bir lokanta... Her şey mütevazidir. Tabelası, dekoru, garsonu, masası, örtüsü... Temiz ve abartısız. Çünkü oraya yemek yemeye gidilmektedir ve olay bütünüyle yemektedir. Özenle seçilmiş malzemeler özel uğraşılmış fırınlarda pişer. Gülen yüzler mesafeli bir nezaketle servis eder. Bir ısırık alınca, "Allah..." dersin. Hesaptaki kalemler 5 Euro, 10 Euro...
Şükredersin.
Kızımın ve torunlarımın yüzmeye gittiği Kuşadası'na termos içinde limonata taşıyoruz. Koca bir şehrin hiçbir işletmesinde limonata yok. Hiçbir yerde, ama hiçbir yerde, içeriği limon, şeker ve su olan, tarifi standart, dünyanın en basit tarifi olan limonata "yok". Gerçeğini istiyorsan kendin yapıp taşıyacaksın, başka çare yok. Müşterisi için şu kadarcık şeyi bile yapmaya tenezzül etmeyen restoranlar, cafeler, çay bahçeleri, adları her ne ise... Önünde ya da sonunda mutlaka kaybedecekler. Bugün olmaz, yarın olur, ama olur.
Sezar'ın hakkını Sezar'a vermekten yanayım... O hakkı ve ibreyi kendi yönümüze çevirmek için kusurlu olanlara yollar göstermek, gösterilen yolda yürümeyi tercih etmiyorlar ise onları çarkın dışına itmek tek çare...
Acı, davranışları değiştirmenin en hızlı yoludur. Gözleri kapatmak yetmez.
demişim. 2017'de.
Bugün ise Çeşme'de, sezonun tam ortasındaki bir Cumartesi gününde, kuru kalabalıktan ve tabii evi, yazlığı burada olanlardan başka turist yok. Plajlardaki işletmeler boş, restoranlar keza. Bodrum'un büyük bölümünde de durum farklı değil diyorlar.
Dananın kuyruğu kapı vizesinin uygulamaya girmesiyle koptu. Yediği ve yiyeceği kazığa isyan eden kim varsa, ama öyle, ama böyle feribota atladığı gibi Sakız'a zıpladı. Gidiş geliş yolculuğunun parası, kapı vizesinin masrafı, sigortası filan, muhtemelen aynı hesaba geldi, ama gittikleri yerlerde ödedikleri paranın tam karşılığı önlerine geldi. İnsanlar bunun için gidiyorlar. Ucuz diye değil.
"Biz de geçen hafta gittik ki..." diye başlayan bir hikaye anlatmak istemiyorum aslında, herkesten dinlediniz bunu, ama sadece şunu aktarayım: Çeşme'nin hemen karşısındaki Sakız'da, iki günlüğüne gittiğimiz basit bir kiralık evde yataklar için seçilen kumaşların veya banyodaki suyun basıncı düzenli olsun diye kurulan hidrofor odasının benzerini bizde hiç görmedim. Fiyat politikalarının karşılaştırmasına zaten girmeyeyim. Bütün bu dinamiklerin içinde kurunun yanında yaş da yanıyor. Turizmde dünya yıldızı olabilecek bir ülkenin, aslında olmayı da başarmış bir ülkenin, bu eli en güçlü sektörü, her gün biraz daha dibe batıyor.
Cüneyt Özdemir anlatıyordu bugün, Bodrum'da saati 800 TL olan bir otopark ve bunun Monaco ile karşılaştırması vesaire...
"Ben demiştim!" havalarında böbürlenecek değilim. Sadece milli hastalıklarımızdan olan "Beğenmedim, ama yine de eleştirmeyeyim. Acaba ben mi anlamıyorum?" halinden nihayet uyandığımıza sevindim diyeyim.
* * *