Paraya Tapanlara Selam Olsun!
3 Mart 2014'te, yani bundan 10, hatta 10 buçuk sene önce yazdığım, "Paraya Tapanlara Selam Olsun!".
Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Paradurumu'na abone olun
Paradurumu'na Google News'te abone olun
Abone OlBir zamanlar Demir Perde ülkeleri vardı. Perdeli ülkeleri oyunun içine çekmek haliyle zor olduğundan evrenin hakimleri buraları da açtılar: Başka bir hayatın mümkün olabildiğini gösteren örnek. Oyunların serbestçe oynanabilmesi için engel kalmadı.
Sanıyorum direnen son ülke Küba, sağlık alanındaki tuhaf başarıları ve ortaya dökülen istatistikleriyle. Orada cidden enteresan şeyler oluyor. İlaç kartellerinin giremediği bu ülkede tohum, kök ve bitki yaprakları ile hazırlanan terkipler gösteriyor ki dünyanın en az hastalanan, en sağlıklı insanları Küba'da yaşıyor. Belgeseller, araştırmalar, raporlar, istatistikler... Seyrediyorum, inceliyorum, okuyorum. Bir yanımla duyduğum hayranlığı öbür yanımla savaşır buluyorum.
Öbür yanım bu kuşağı yakalamış bir ölümlü, herkes gibi ilaç kutularına aşina ve alışık. ''Doğru''yu gördüğü halde, ''Bu doğallık beni aşar!'' diyor, ''hatta biraz korkutur''. Ezkaza başıma bir hal gelse kabile büyücüleri tarzında bir tedavi görmek ister miyim, bilmiyorum? Neredeyse tüm doneler hayranlıkla izlediğim o insanların benden, bizden, hepimizden daha sağlıklı olduğunu gösterse de tersine bir rahatsızlık hissediyorum. Çocukluğumdan beri maruz bırakıldığım imajinasyon ve yerleştirme politikası sonucu, yeri gelince ben ''de'' önüme çıkarılan bu cilalı devirden kaçamıyorum.
Ekonominin temeli alıcılar yaratmaktır. Ürününüz varsa bunları satmanız yetmez, onları satın almak için çalışacak, daha çok satın almak için hep daha çok çalışacak tüketici pazarları oluşturmalısınız.
Biz 1949'da müjdelendik. Küçük bir Amerikan toplumu olacaktık, olduk da nihayetinde, ama ola ola Amerika'nın varoş mahallesi olduk. Silindirik metal kutularda dört bucağa dağıtılan yavan süt tozları, ''Sen üretme, ben sana satarım''ın miladı idi. O rüzgara kapılıp bugüne geldik. Kocaman süpermarketlerde her şey hazır şekilde önümüzde. Çocuğunuzu doğurduğunuzda envai çeşit hazır bebek maması. Evde pişiren kalmadı. Çocuk büyüdükçe devamı geliyor: Yok kemikleri bilmem ne yapan boyalı yoğurt, yok devam sütü, yok çocuk sütü... Şirin şirin reklamların hepsinde aynı mesaj: Bunlardan yedirip içirmezseniz çocuğunuz geri zekalı olur. ''Sorumlu'' bir anne olarak o ürünleri almalı ve kasaya doğru ilerlemelisiniz.
Aynı reklamlar evinde poğaça yapan, yoğurt mayalayan anneleri demode göstermek için onlara hep teyze kıyafeti giydiriyor. Çocuğa boyalı yoğurt veren anne ise hep dal gibi, güzel, modern ve akıllı.
''Yoksa siz hala...?'' diyorlar, annenizi aşağılayarak. Oysa ''annemin margarini'' diye bir şey bilmiyor çoğumuz. Seksen beş yaşındaki annem hayatı boyunca eve margarin sokmadı. Reçelini hep kendisi yaptı, yoğurdunu hep kendisi mayaladı. Reklam sektörünün cehalet sınavına göre hep sınıfta kaldı. Bu cahil kadın ikisi eski Türk dilleri olmak üzere beş dil biliyor. Göktürk Yazıtları'nı falan orijinal dilinden okuyabiliyor. Seksen beşinci yaşında dünya gündemini üç farklı kaynaktan takip edip sentezliyor, ama evet... Maalesef, margarin almadığı için demode ve cahil biri olarak hayatını sürdürüyor.
Yeni bir ürün piyasaya sunulacağı zaman önce pazar araştırması yapılır. Yükselen trendler raporlanır. Ne bileyim, diyelim o dönemde yükselen duygusal trendin aile ve sağlık olduğu görüldü. Pazarlamacılar, satış müdürleri, üretim müdürleri ve elbette patronlar durumdan haberdar edilir. Sonra kocaman bir oda, dev bir projeksiyon perdesi, başlanır nereden girelim de satalım tartışmasına.
Farklı bir şey sunulacak ya, ''Önce birkaç uzman tutalım'' diyor olmalılar. ''Kimler var arkadaşlar? Çıkartalım listeleri. Fiyatları da çıkartalım. Tamamdır. Şu, bugüne kadar beş reklamda oynadı, şunun Twitter'da üç yüz bin takipçisi var, o diğeri geçen yıl oynadığı deterjan reklamında grafiği beş milim oynattı'' falan...
İsimler belirleniyor, anlaşmalar yapılıyor. Gerekirse TV programlarına gizli ya da açık sponsor olunuyor. Bunun yakın zamandaki örneği kanola yağı. Şaşkın şaşkın izledik. ''Yahu,'' diyorum, ''bu kanola yağı neden bu kadar iyi oluyor?''. ''İyi olarak nitelendirilebilecek bir artı değer bulamıyorum!'' deseniz de kimse dinlemiyor. Sonra işin gerçeği anlaşılıyor, o programların sponsoru kanola yağı ithalatçısı çıkıveriyor.
Aylar boyunca tereyağını, zeytinyağını kötülediler. Yakıt üretiminde kullanılan kanola yağının çok daha sağlıklı olduğunu anlattılar. Hakikaten o dönemde acayip sattı, sonra onun modası geçti. Şimdi başka bir şeyin modası çıktı. Yarın bu da geçecek, öbürünün pazarlama faaliyeti başlayacak.
Bunun yanlışını anlatacak hiç mi aklıselim yok? Onlarcası var. Onlarca profesör çıkıp, ''Hayır, saçmalamayın!'' diye gerçeği anlattı, ama sesleri cılız bırakıldı. Televizyonun aynı kuşağında konuşmalarına izin verilmedi. Sponsoru ''Bilmemne Yağ'', ''Bilmemne Tavuk'' olan programlarda izin verilmesi de beklenemezdi. Yine de sosyal medya sağ olsun, bilgiler özgürce aktarılıyor da biraz olsun anlıyoruz.
Aklı başında herkes durumu anlayıp doğallığa yönelince bir umut dedik ki, ''Gıda şirketleri artık doğal şeyler üretmeye başlar''. Başladılar. Aynı ürünlere doğallık çağrıştıran ambalajlar ürettiler. Renk uzmanları gelip insanların doğallık ile bağdaştırdığı toprak tonlarının seçilmesi gerektiğini söylediler. Gelsin kraft kağıtlar, dönsün reklamlar...
Reklam kuşaklarında bağlama sesleri, köylü amcalar, çiftçi kardeşler, küfeli teyzeler ardı ardına patlıyor. Portakal ağaçları altında terini silen çiftçi dayı, o pırıl pırıl portakalları kasalara dizen güzel köy kızları, o güzel köy kızları ile flört eden pop starları falan derken sağlı sollu vuruyorlar.
Ben de merak ediyorum. Ürün gerçeğine iyice benzesin diye portakal suyu dedikleri şeyin içine koydukları o portakal tanesine benzeyen tuhaf şeyleri çiftçi dayı mı ithal ediyor Çin'den? ''Onu didim, bunu didim, ni didiysem yaptılar'' diye soğuk çay tarifi veren teyze, ''Yavrum, bunun Trisodyum Sitrat'ını da eklemeyi unutmayın!'' mı diyor, bir yandan?
Sırf biz daha sağlıklı olalım diye piyasaya sürülmüş yeni çikolata barları var. Bu çikolata barları bir adım öncesinde, sadece ''çukulat'' halinde, yine aynı gerçek olmayan malzemelerle yapılıp satılıyordu, sağlık moda olunca içine tahıl eklendi. Fiyatı dörde katlanıp raflara dizildi. 35 gr.'ı 6 TL. Şimdi bunu yiyince biz sağlıklı oluyoruz, öyle mi?
Birileri siyah pirinç ithal edecekse siyah pirincin çok sağlıklı bir ürün olduğu pompalanıyor. Birileri kinoa ithal edecekse aynı şey. Bu da olmadı, hooop bir greçka furyası başlıyor. Uzmanlar, uzmanlar, uzmanlar...
Unvanına, toplumdaki güvenilir yüzüne fiyat biçenlere, ruhunu şeytana satanlara, paraya tapanlara selam olsun...
Pınar Kaftancıoğlu
3 Mart 2014