Söz tükenince...
"...Sözün tükenmesi insanlar arasındaki iletişimin ve en önemlisi de beyinlerdeki düşüncenin işlevsiz kaldığını ve dumura uğradığını gösterir. Bu mümkün müdür? Evet, toplumun insanıyla ve tüm kurumlarıyla birlikte çürüdüğü ve tuzun dahi koktuğu zamanlarda bu böyledir..."
Söz, insanlar arasındaki iletişimin başat ve en önemli
dinamiğidir. Aynı zamanda söz insan aklının türevi olan düşüncenin
de olmazsa olmazıdır. Sözün tükenmesi insanlar arasındaki
iletişimin ve en önemlisi de beyinlerdeki düşüncenin işlevsiz
kaldığını ve dumura uğradığını gösterir. Bu mümkün müdür? Evet,
toplumun insanıyla ve tüm kurumlarıyla birlikte çürüdüğü ve tuzun
dahi koktuğu zamanlarda bu böyledir.
“Kafam durmuş, hiçbir şey düşünemiyorum; dirliğimi, diriliğimi
yitirmiş gibiyim. Soluk alıp verirken zorlanıyorum… Bir de
dışarıdaki fırtınanın can sıkıcı homurtuları kulaklarımı
tırmalıyor. Elim ayağım emanet gibi bedenimde; irademin dışında,
zangır-zangır titriyorlar. Soluklarım boğazımda düğüm-düğüm; zor
alıp veriyorum. Yığılıp kalmak istiyorum bir yerlere, bedenimi
taşıyamıyor bacaklarım. Esasen var olup olmadıklarını da
bilemiyorum; oturamıyorum, ulaşamıyorum. İçim daralıyor, kendimi
atmak istiyorum bir yerlere ama nafile; üzerimde içi boşalmış
toprak katmanları yığın yığın. Bir sel olmuş içimde; hücrelerim
arasında akıyor. Ruhum, bir felaket nedeniyle terk edilmiş
evler gibi; kapılar pencereler açık, kimsecikler yok içerilerde.
Bir can, bir insan arıyor gözlerim; insanlar mı beni terk etti, ben
mi koparıldım onlardan? Nazlım, güzel yüzlüm ses ver bana
çocuklarımız yanında mı? Sizleri göremiyorum; kalın küf
kokulu perdeler engel oluyor buna. Küf kokusu genzimi
yakıyor, nefes alamıyorum. Güneş tepemde kaynıyor algılıyorum ama
ona tutunamıyorum. Korkunç bir kum fırtınası her şeyi silip
süpürmüş, bir kamçı gibi geçmiş üzerimden; kanayan yerlerim
kurumuş, kızıl pas lekelerini andırıyor. Üzerlerindeki yapışkan toz
tabakası kirpiklerimi birbirine kenetlemiş; gün ışığı sızmaz olmuş
aralarından, göremiyorum. Fırtınanın sesi kulaklarımda; hala
uğursuz bir köpek gibi uluyor dışarıda. Zalim fırtınanın taşıdığı
zehirli toprak bir sel olmuş ciğerlerimde akıyor... Her bir kum
tanesi koca kayalar gibi tırnaklarımın arasında; yolu açamıyorum,
yolu bulamıyorum! Çığlıklarım çığlıklarımı boğazlıyor;
birbiri üzerlerine kıvrılıveriyorlar, kayalarda kırılan
dalgalar gibi… Bu nedendir, nasıl olur? Bütün ruhumun ezildiğini
duyumsuyorum bu uğursuz soru karşısında. Yüreğime uzatıyorum
olmayan ellerimi. Kanıyor yüreciğim; kan taze, bir pınar gibi
dibinden çağıldıyor, kızıl parlak tabakalar halinde birbirleri
üzerinden akıp duruyorlar. Etrafta korkunç bir asit kokusu aldığım
nefesi boğazlıyor. Ayaklarım çoktan terk etmiş bedenimi, ellerim
benim değil. Meflûç kollarım sarmalasın istiyor bedenimi ama
çaresiz hareket edemiyorlar. Göz kapaklarım kirpiklerimin
ağırlığını taşıyamıyor; uzuvlarım varlığıma isyan etmiş,
kulaklarıma beton dökülmüş, beynim kurumuş… Kimsecikler
duymuyor, duyamıyor; kanı içinde boğulan yüreğimin sesini; Bu
nedendir, nasıl olur? Boşlukta yoz bir mainin içinde yitip
gidiyorum ve hiçliğe karışıyorum…
Duygulardan arınan bir ruh hiçliğe ulaşarak her şeyi idrak edebilir. Bütün ruhumla sorguluyor ve lanetliyorum bunu; altından dağlar yapmak için bu mudur bize reva görülen? Ülkeme ve insanına hiçbir yarar getirmeyen bir yağmanın içinde kullanılmış olmak ruhuma acı veriyor.”
Kutlu bir coğrafya parçasının üzerinde yaşamaktayız. Doğa, olanca içtenliği, olanca şefkati ile bizi kucaklamış, bağrına basmıştır. Her birimizin karnını doyurur, bizleri güvendirir. Çiçeği böceği ile ruhlarımızı süsler. Güneşi, esen yeli, yağan yağmuru ve verdiği nimetlerle bedenimize kan, ruhlarımıza can olur. Hiç kimseyi aç-açık, yoksun bırakmaz. Onu koruyup kolladıkça oda bizi kollar ve bizimle çoğalır. Ama gelin görün ki, insanlar arasında doğa ile kurduğumuz bu duygulu ve akıllı dengeyi hırslarıyla, açgözlülükleriyle katleden ve ifsat eden, bedhahlar ve sefihler vardır. Bunlar dünyadaki zalim “Güç Paradigmasının” banisidirler. Gücü güçle egale ederler ve bu uğurda insanı ve insanlığı acımasızca harcarlar. İnsanlarla birlikte doğayı ve coğrafyaları da sömürürler. Para ve altın için ‘Dünya’nın altını üstüne getirirler. çıkardıkları savaşlarla insanın soyunu söndürürler. Dünyanın her yanına kol budak salmışlardır; her taşın altında, her insan topluluğunun içindedirler. Misyonerleri, aracıları, holdingleri, şirketleri, işbirlikçileri ve tetikçileri vardır. Bunlar için tek bir altın külçesi ya da bir bidon petrol, binlerce on binlerce insandan önce gelir. En son milletçe içimizi yakan, Erzincan-İliç’ teki maden görüngüsü-fenomen (kaza değil) biz ve bizim gibi ülkeler için ne ilktir ne de son olacaktır. Kanadalı maden şirketin CEO’su, yaptığı video yayınında özetle şöyle diyordu;
“Türkiye’deki altın madenleri için 100 milyon Dolar yatırdık, 85 ton altın çıkardık (Her 5 gr altın için 1 ton toprak kimyasaldan geçiyor) ve 4 milyar dolar kazandık. Türkiye’nin yüksek enflasyon ortamında tüm ucuz işçiliği TL cinsinden yapıyoruz. Altın bize, siyanür Türklere kalıyor.”
Dokuz kişinin kaybından dem vuruluyor. Ha dokuz olmuş, ha dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz, fark etmez! Dünya egemeni tekelci sermaye için değeri yoktur insanın. Savaşlarda, madenlerde, ocaklarda, petrol kuyularında yitip gidecektir insanlar; varsın gitsin! Önemli olan düzenin bekasıdır.
Egemenin fıtratı köleliktir; paranın kölesidir o, insanlar da onun yarattığı düzenin kölesidirler. Böylece dünyayı ahtapotun kolları gibi saran kapitalist sistem bütünüyle bir ‘kölelikler sarmalı’dır. Doğaldır ki kölelikler türlü türlüdür; doğuştan olanı vardır, sonradan bulaşanı vardır. Bir şey denmez, ancak suret-i haktan görünüp de suret-i insan olan aracı ve işbirlikçi köleler de vardır. Bunlar; ayakları cehennem çukurunda, riyaları arşta olan ‘herif-i naşerif’lerdir. İnsanlık bakımından esas sorun bunlardır, çünkü egemen bunları kullanarak dünyaya hâkim olur.
Bugün gerek yurdumuzda gerekse dünyada bu insanlık dışı kölelik düzeninin dünyada estirdiği fırtınalar ve yarattığı kaoslar nedeniyle sözün tükendiği yere gelinmiştir. Ancak insan bu! Bir üst evrede yolunu mutlaka bulacaktır. Bu onun evrimi gereğidir.
Şubat 2024, Balıkesir / Gönen
Ve bir şiir…
Katran!
Katran olsaydı para; sinekler konmazdı üstüne,
bok böcekleri de üşüşmezdi, üşüştükleri gibi pisliğe.
Alınıp-satılmazdı erdemler üç-beş paraya!
Yalan-riya da olmazdı, para için yaltaklanmalar...
Karalarıyla gezerdi, ‘kendini insandan sananlar’.
İnsan içine çıkamazdı, hak-hukuk çiğneyenler!
Damgalı eşekler gibi olurdu; paranın peşinde koşanlar…
Aile boyu katrana bulaşırdı, talancılar, vurguncular.
Gizli hesaplar da olmazdı, satmalar, satılmışlıklar…
Çıkar güruhunun, işbirlikçinin izlerini sürerdik bir güzel;
İzli mermiler gibi, ‘Katranın karasından’…
Katran olsaydı para, bir başka olurdu Dünya!
Darbeler, devirmeler de olmazdı, katliamlar, cinayetler…
Ve tabii ki, savaşlar!
(Cemal Çalımer, Mart 2012,Marmaris)