Sen hasta, ben hasta, o hasta, herkes de hasta...
"Düşük kaliteli ve hatta bütünüyle sahte gıdalar. Aklınıza ne gelirse... Hayal gücünüzü sonsuza kadar kullansanız da az gelecek boyutta dolaşımdalar. Gıda denilmeyecek ürünler düşük girdi hesaplarıyla soframıza ve tabağımıza her köşede sızıyor..."
Çok tatlı bir şarkının sözlerini günümüze uyarladım ancak durum
esprisi yapılmayacak bir boyutta. Tanılı - tanısız hastalıklar
tırmanmış durumda. Beslenme şekli ve yaşam tarzı ile alakalı
denklemler kuruldukça bu oranlar çarpılarak, katlanarak yükseliyor.
İşin şekli gitgide tuhaflaşıyor.
Bu yollara gidişin sebebi birkaç yerden, bunların da ilki
östrojen.
Hem kadınlarda hem de erkeklerde östrojende çok ciddi bir artış gözleniyor. Ağız yoluyla, gıdalarla alınan miktarlar tahmin edilenin çok üzerinde. Burada da karşınıza kümes ve kanatlı hayvan sektörü direkt ve indirekt çıkıyor. Soframızdaki çok ama çok fazla ürünü etkiliyor.
Her şeyden önce bu sektördeki en büyük sorunu izah edeceğim.
Kanatlı hayvanların normal kilolarını almaları 1 yaşlarını buluyor. Bulmak zorunda.
1 yaşındaki tavuğun kilosu ortalama 2 civarında, -ki ya gelir, ya gelmez. Ancak doğalda bu böyledir.
17 gün - 45 gün arasında, bir tavuğun (etlik piliç) kesim kilosuna gelmesini sağlayan şey,
1) Sıvı antibiyotiktir.
2) Östrojendir.
Bu böyledir. Aksini söyleyen, savunan, maval okuyan onlarca sektör temsilcisi olması temeldeki gerçeği değiştirmiyor ve bu boş konuşmalar da beni gerçekten sinirlendiriyor. Sanki biz salakmışız gibi, yok efendim, etlik piliç, seleksiyon ile bilmem ne... Bozulmamış, içine edilmemiş tek bir dalı kalmayan gıda sektöründe hâlâ bu aptal saptal üfürümler devam ediyor. Bir kişi de çıkıp demiyor ki "Yahu bizim köyde, çocukluğumuzda, civcivin anasının kanadı altından çıkması 2 ay sürüyordu, ondan sonra anca otu - çöpü - solucanı yemeye başlıyordu, nerede kaldı 45 günde kesilecek boya - posa - kiloya gelsin. Böyle saçmalık olur mu..?". Demiyor. Plastik tavuk her yanımızı sarıyor.
E sen de tavuk yemezsin, olur biter, değil mi? Olmuyor.
Bu kanatlı besiler, bu hormon ve antibiyotik bocası ile kesime gidiyor. Kesim sonrası kafeslere yeni civciv salınmadan önce dışlıklar süpürülüyor. Toplanıyor. İşlemden geçiriliyor ve tavuk gübresi olarak (yarasa gübresi, güvercin gübresi gibi isimler altında) başta zeytinliklere / zeytincilere satılıyor. Bu tesisler neredeyse gübrenin yoğunluğu da orada. Başta Akhisar, sonra et tavukçuluğu yoğun her bölge... Bu dışkı sağlıklı bir gübre filan değil, bir ilaç ve hormon püresi halinde indirekt yoldan Akhisar'ın zeytinyağına ve zeytinciliğine boca oluyor. Zeytinlerin danesini kocaman yapıyor. Doğal, normal tarım yapanlardan bir ay önce bu zeytinler dane ağırlığı olarak rekor seviyelere ulaşıyor. Zeytin ve zeytinyağı olarak, sağlıkla yaşamak isteyenlerin sofralarına geliyor.
Labirent gibi. Çıkış yolunu buldum derken göbeğine düşürüyor.
Bir diğer yönle de çiftlik balıkları ve hormon beslemeleri... Alabalık mı istersin, sudak mı, levrek mi, çipura mı somon mu... Verilen yemin içeriği bu. Hop, seni tekrar labirent alıyor. Neyse ki balıkta çare hala var. Kesinlikle çiftliği olmayan, eciş - bücüş, türlü - çeşitli balık. Araştırın ve sadece bunları alın. Bir tek sebep bile elimine etsek iyidir.
Mevsiminde olta balığına ulaşmak hala zor değil. Arayan buluyor diyebilirim. Alın, temizletin, dondurun. Derisi, kuyruğu, kanatları yüksek besin değeri içerir. Yenilsin mutlaka. Ağır metal, dip balığı vesaire... Hepsi karaciğerde toplanır. Balık temizlenirken zaten atılır. Bunlara dair dezenformatif propagandalar tüketicileri çiftlik balığına yöneltmek için itinayla yapılıyor. Uyanık olalım. Arıya güvenmeyip balı kendi yapanlar misali bir sistemin ne olduğunu azıcık düşünen herkes görüyor.
Yağlar... Buradaki sorun şu, artık hiç olmadığı kadar sık dışarıdan yeniliyor. Getir, götür, pişir, eve haftalık gelen listeli paketler vs. Mutfağımızda tencere kaynamadığı her öğünde kaynağı belirsiz yağlar metabolizmaya giriyor. Restoranlarda, işlenmiş gıdaların tamamında, pastanelerin, fast food'un tamamında palm, kanola, aspir, pamuk (kolza) soya, ayçiçek ve mısır yağı kullanılıyor. Çoklu doymamış yağlar bedende inflamasyonu rekor seviyede arttırıyor. Bundan kaçmanın tek yolu ev. Aklınızda olsun, en pahalı, en en pahalı, en en en pahalı gıda işletmesi bile bunları kullanıyor. Ötesini değil.
Zeytinyağı ve tereyağı. Bunlardan başka yağ kullanmayın. Çöp gıdadan yapılan tasarruf ile yerinde - yöresinde bir akraba olsun ulaşmaya bakın, bu iki yağı depolayın, stoklayın. Palm yağı gıda sektöründe çok fazla ama çok fazla kullanılıyor. Bu yağ kanser hücrelerinin metastaz kabiliyetini yükseltiyor. Palm çok tehlikeli bir yağ. Girmesin bünyeye.
Düşük kaliteli ve hatta bütünüyle sahte gıdalar. Aklınıza ne gelirse... Hayal gücünüzü sonsuza kadar kullansanız da az gelecek boyutta dolaşımdalar. Gıda denilmeyecek ürünler düşük girdi hesaplarıyla soframıza ve tabağımıza her köşede sızıyor. Bunu hepinizin takip ettiğini biliyorum, onun için bunu uzatmayacağım. Endüstrinin aç gözlülüğü ve maliyetleri düşürmede, dandik ürünlere "iyi, yararlı, kaliteli" makyajını çizmede ustalaşması bütün bir insanlığı bambaşka yerlere getirdi. Bunu yapan da yine insan. Gıda mühendisliği, mühendisleri... Geceleri uyuyabiliyorlar ya, cidden ona şaşıyorum.
Karaciğer toksinlerle bir ölçüde başa çıkıp atabilse de bu ölçü, adeta dört koldan pestisit ve katkı bombardımanına ulaştığında maalesef olmuyor. Yetmiyor. Atılamayan toksin de bedende birikiyor. Hormonal dengeyi bozuyor. Sonrası tıbbın konusu...
Hareketsizlik. Hepimiz ekranın önünde çalışıyoruz. Bedenle, emekle çalışan eski jenerasyondan bin kat rahatız ve bin kat da hastayız. Evet sevmiyoruz filan da sevsek de sevmesek de aslında yemeğimizi ve temizliği hane halkı ile koordine edip evi düzenli işletmek bile yeter. Alışverişe gitmesi, gelmesi, pişirmesi, temizlemesi hepsi hareket. Uygulama üzerinden pizza sipariş etmek kadar rahat değil ama sizin için milyon misli iyi olduğuna hiç şüphe olmasın.
Stres. Çok fazla sebebi var. Hem de çok. Amma velakin stresin geçerli sebepleri olduğu kadar yeni neslin para putperestliği de var. Mutsuzluk adeta yeni bir motto. Sürekli olarak reel olmayan hayatlar, sahte parıltılar, Hi Barbie!, haydi jetle gidelim hayatımlar derken hepimiz kendimizi fakir, şişman, mutsuz, başarısız, şanssız, yalnız, yetersiz hissediyoruz. Biz hissetmesek bile hisseden o kadar çok insan var ki... İster istemez bu rezonansın içine çekiliyoruz. İktisadi, siyasi, coğrafi sebepleri açmaya gerek yok ama bilin ki sosyal medya fenanın da fenası. Tek başına tüm dünyayı arızaya bağlayan acayip bir kitle silahı. Uzak durmaktan başka yol görünmüyor.
4G, 5G, radon gazı, radyasyon vesaire... Bunların kesinleşmiş sonuçlarından ne kadar okusam da pek bir şey anlamıyorum. O yüzden anlatamam. Bilenler aktarırsa sevinirim. İşin özü ve sözün sonu insanoğlunun bu dünyanın habis tümörünün ta kendisi olduğu. Kendi kendini bitiren açgözlü, vicdansız bir tür. Sorunun kendisi de biziz, kurbanı da...
Gelenekselliğimize, saygımıza, ailelerimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, dünyaya, doğaya, canlıya saygı ve özen göstermediğimiz bu yolun sonunda sorunu doğanın kendiliğinden çözeceğine de hiç şüphem yok.