Kadın ve toplum
"İnsanoğlu tarihi boyunca gücün peşinde ve ona tapar olduğu için günümüzde de hala bu şuursuzluğun peşindedir. Başlangıçtaki ‘bilek gücü’ günümüzde acımasız ‘PARA-GÜCÜ’ne dönüşmüştür..."
Kadına yönelik aşağılama ve şiddet, kadınlar ve
erkekler arasındaki tarihsel nitelikteki eşitlikçi olmayan ‘güç
paradigmasının’ (değerler dizisi) tezahürüdür. Kadınların ve
erkeklerin bu değerlerden kaynaklanan toplumsal olarak kalıplaşmış
rollerine dayalı binlerce yıllık önyargıların, törelerin,
geleneklerin ve diğer uygulamaların kökü
kazınmalıdır.
Kadın ve erkeğin birliktelikleri, gerek sosyal gerekse biyolojik
olarak, başat bir gerekliliktir. Varlıklarını ve türlerini
sürdürebilmeleri için kadın erkeği, erkek de kadını gerekser. Bu
birliktelik karşılıklı güven, özveri ve sevgi içinde
yürütülebildiği sürece gelişir ve meyvesini verir. Her iki cinsin
de evrimleri bu yönde olmuştur; kadın besleyip büyütücü, erkek
getirip götürücüdür. Bu yaşam koşulları fizik olarak erkeği daha
güçlü ve kuvvetli yaparken kadını daha yumuşak ve daha müşfik
yapmıştır. Yerleşik düzene geçilmeden önceki dönemde doğa daha çok
belirleyici olmuştur. Kadınlar, bebeğe sahip çıkması, onu kollayıp
büyütmesi için daha yumuşak, fazla güç gerektirmeyen tohum ve meyve
toplama işiyle temayüz ederken, erkekler dış koşullara karşı aileyi
korumak ve beslenmeyi sağlamak için avlamak durumunda olmuştur.
İnsanların anatomileri de bedenleri de kol ve kas güçleri de buna
göre gelişmiştir. Binlerce yıl süren bu evrede cinsiyetler arasında
pek bir sorun yaşanmamıştır. İnsanlar çok daha doğal ve
özgürdürler. Ancak insanlar yerleşik düzene geçip sosyalleşmeye
başladıktan sonra kadının kaderi hep ezilen ve istismar edilen
yanda olmuştur.
İnsanlar yerleşik düzene geçtiklerinde aralarında iş bölümü yapmak zorunlu olmuştur. İşin başında ve sonrasında bu sosyalleşmenin ve işbölümünün biçimleyicisi ve belirleyicisi hiç kuşkusuz ki “kaba güç” olmuştur. Kendine güvenen, güçlü ve cerbezeli biri bir toprak parçasını çevirerek “Burası benim!” deyip etrafındakileri buna inandırdığında tarihin Güç’e dayalı ilk krallığı oluşmuş demektir. Kısa sürede bu kaba güç, güce dayalı kendi değerler dizisini ve kültürünü yaratır, etrafındaki her şeyi bu gücün daha da güçlenmesi ve bekası için biçimleyip düzenler. Pek doğaldır ki, kadının yaşamı ve kaderi de bu şuursuz ve acımasız GÜÇ tarafından belirlenmiş olacaktır. Kadın artık bir maldır, bir eşyadır. Hatta alınıp satılan bir cariye, bir köledir, Düzenin sahibi, gücün sahibi olan ‘erkek’tir. Kurulan düzen, gücün babadan oğula geçmesi şeklindeki pederşahiliktir. (ataerkil - patriarkal),
Bu yüzden bütün bir tarih boyunca kadının yaşam hakkını ve bu hakkın sınırlarını belirleyen ‘erkek cins’ olmuştur. Geleneği, göreneği, örfü, âdeti oluşturan, hukuku ve yasaları yapan bu hâkim güçtür. Buna göre erkek cins kadının önüne ne kadar ot koymuşsa o kadar otu olmuştur kadının,
Kadının bu meyus kaderi bütün tarih boyunca pek değişmemiştir. Dünyanın her yerinde ve hemen hemen her toplumda aynı olagelmiştir. Eski Yunanda, Mısır’da, Yahudiye’de, Arabistan’da, Çin’de, Maçin’de bu hep böyledir. Dinlerde de aynıdır; çok tanrılısından tek tanrılısına, Şinto’sundan ‘Buda’sına, Brahman’ına kadar bütün dinlerde kadının kaderi hep aynıdır.(aşağılanma, itilme, kakılma, satılma, kullanılma, esaret, lanetli sayılma vbg.) Çünkü ipler erkeğin elindedir hatta kadınlar, Tanrı’ya erkekler dolayımıyla ulaşırlar. Çünkü Tanrıyla insan arasındaki elçi ve aracı da onlardır.
Erkeklik akıl, güç, kültür, cesaret, gibi değerlerle özdeşleştirilirken kadınlık duygusallık, doğa, şefkat, zayıflık, kimi zaman entrika, gibi çoğunlukla daha olumsuz değerlerle ilişkilendirilir. Bütün bu olumsuzluklara tanrısal bir nitelik kazandırılarak kadınlık lanetli ve baştan çıkarıcı şeytan dostluğuna dönüştürülür. Bu durum ardından yasalara da dâhil edilir; buna göre erkeklerin, kadınların cinselliğini ve üreme yetilerini denetleme hakları olur; kadınların ise böyle bir hakkı söz konusu değildir. Erkekler rasyonel zihinsel yetenekleriyle dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla türün yeniden üretilmesi işlevini üstlenirler. Bu yüzden erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Başka bir deyişle, erkekler „aşkın“ etkinliklerle, kadınlar ise „içkin“ etkinliklerle uğraşırlar. Aynı şeyi farklı biçimde ifade edecek olursak, erkekler ölümsüz kültürel ürünleri yaratırken, kadınlar ölümlü bedenler yaratmakla daha „aşağı“ bir iş yapmış olurlar!
Ayrıca, kadınlar ile erkekler arasında, nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara verdiği toplumsal işlevler açısından da fark vardır. Erkekler ’doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdırlar, dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin siyasal olarak, devleti temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır. Kadınlar ise ’doğal olarak’ daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından daha aşağı, duygusal bakımdan dengesizdirler, bu da onları güvenilmez ve siyasi katılım açısından elverişsiz kılar. Bu yüzden Eflatun, “kadınlar devlet işine sokulmamalıdır” der
En temelde bütün bu haddini aşan sözleri ve düşünceleri erkeklere “GÜÇ”ü (güç paradiğması) söyletmiştir ve daha da söyleteceğe benzer. Esasen bunca gelmiş geçmişe, bunca gelişme değişime rağmen insanların moral dünyalarındaki yani ‘insan olma’ yolundaki ilerlemesi pek güdük kalmıştır. Çünkü insanlık bütün tarih boyunca budala bir ‘GÜÇ’ anlayışının (güçlü olmak) peşinde koşarak doğayı, nebatı, hayvanı ve kendini kan revan içinde bırakmıştır. Bugün gelinen noktada insanlık acınası bir haldedir.
Modern insan bu gün için maddi alanda çok büyük gelişmeler göstermiş olmasına rağmen ‘İnsanlık ve insani değerler’ bakımından oldukça güdük kalmıştır. İnsanı insan yapan şey onun farkındalığıdır. İnsan etrafını saran her şeyin farkında olmuştur ancak açgözlülüğü, hırsı ve tutkusu yüzünden kendinin-insanlığının- farkında olamamıştır! İnsan evrenin isim babası olarak her şeyin adını koymuştur hatta Tanrı’nın bile. Ancak, kendi adını henüz koyamamıştır: ‘İNSAN VE İNSANLIK’! İnsan henüz bu kavramların içini dolduramamıştır. Kendini bu konuda geliştirememiştir; tedip edip, biçimleyememiştir. Bu yüzden insan henüz, ne yazık ki, hayvanlığını aşamamıştır. ‘Güç’ doğadadır ve hayvanlar arasındadır. Doğada ‘gücü gücüne yetenindir’ İnsan bu yozluğu silkinip atamamıştır. İnsanın bu yozluğu onun köle ahlakından kaynaklanmaktadır. Bu da ‘güç’ hakkındaki düşüncesinin sonucudur.
Ama insan bu değildir bu olmamalıdır. Çünkü o bütün bunların farkında olarak kendine ait bir dünyayı kurgulamalı ve orada olmalıdır. Bu yeniden kurgulanacak ve inşa edilecek dünya onun ‘insanlığı’ olmalıdır. İnsanlar insanlıklarına sarılmalı ve ona sahip çıkmalıdırlar. Çünkü insan bir aklın ve farkındalığın sahibidir. İnsan, nevrotik bir gücün tetiklediği ve yönettiği bir hayvan olamaz. Kadınlarımızın, çocuklarımızın, zayıf güçsüz insanlarımızın kaderlerini ve mutluluklarını ‘insan’ olabilmemiz belirleyecektir. İnsanın omuzlarını yere bastıran kafasındaki güç paradigması bütün uğursuzluğu ile yok edilmelidir ve insan kendini yeniden yaratmalıdır.
İnsanoğlu tarihi boyunca gücün peşinde ve ona tapar olduğu için günümüzde de hala bu şuursuzluğun peşindedir. Başlangıçtaki ‘bilek gücü’ günümüzde acımasız ‘PARA-GÜCÜ’ne dönüşmüştür. Kas gücüyle başlayan erkekleşme, giderek teknolojiyle daha güçlü hale gelmiştir. Modern zamanda buna bir de paranın gücü eklenmiştir ki, bu güç bütün güçlerin üstündedir.
Bugün İnsanlık ‘paralı-güç’ün (tekelci Sermaye) pençesindedir. Para dünyadaki en büyük güçtür ve bu güç tekelleşme istidadına sahiptir. Bedelini ödeyerek tüm dünyayı satın alabilecek bir avuç kişi bu nevrotik gücün sahibi haline gelmiştir. Ne yazık ki bugün erkek olsun kadın olsun çocuk olsun tüm insanlığın meyus kaderi bu gücün elleri arasındadır. İnsanların kişilikleri, moral dünyaları, cinsiyetleri bu güç tarafından biçimlenmektedir.
Kapitalizm önce insanı ‘kır’ından köyünden kopardı, büyük ailesini parçalayarak onları şehirde üst üste bir yaşama zorladı. Aileler çekirdek-leştirilerek makinenin emrine sokuldu. Yetmedi tek kişilik ailelere dönüştürüldü. İnsanın özü sistem tarafından iğdiş edilerek ‘Para İmparatorluğunun arabasına koşuldu. Yaratılan bu düzen Para ve Kâr odaklı olduğu için insanın ve insanlığın her aşamada üstü çizildi.
Günümüzde kadınlar ve benzeri direniş grupları, erkeğin baskı ve şiddetine artık ayak diretmektedir. Esasında ‘feminizm! Kadının bu düzene hem de bu düzen içindeki ‘erkekçilliğe’ karşı bir isyanıdır. Orta yerde en fazla zarar gören ve güç karşısında çaresiz kalan kadın son kertede insanlığını haykırmaktadır. Bu çığlığa erkek olarak değil insan olarak kulak vermek ve katılmak zorunluluğumuz vardır...
1791’de, kadın hakları hareketinin öncülerinden kabul edilen oyun yazarı ve aktivist Olympe de Gouges, Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayımladı.
1960’lı yılların sonundan itibaren feminizm “özel olan politiktir” deyimini şiar edinir. Toplumsal cinsiyet kavramı bize kadın ve erkek denilen kimliklerin kurmaca olduğunu ve güç ilişkisine dayandığını göstermektedir.
Kadın olmanın daha çok toplumsal öğretilerle belirlendiğini “kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesiyle ifade eden Simone de Beauvoir, cinsiyetler arasındaki ilişkinin eşitsizliğini tüm yönleriyle vurgular ve bunun “doğal” olmadığını gösterir. Ona göre, tahakküm ilişkisi her toplumun ve her dönemin tarihinde vardır ve kültürel olarak kurulmuştur.
Esasen burada anlatmak istediğimiz şey kadınların erkek cins karşısında daha güçlü olmalarını ya da güçlerin eşitlenmelerini istemek değildir, Bizim üzerine titizlendiğimiz konu ‘insanın-insanlığın’ güç’e dayalı değerlerden (Kaba güç- paradigmasından) sıyrılabilmesi ve kurtulmasıdır. Bu takdirde insanı insan yapacak olan değerler insanla birlikte özgürleşip yükselecektir. Bugün için bu değerlere çok uzakmışız gibi duruyorsak da insanın gelişimi bu yönde olmak zorundadır. Çünkü bu gerçeği yadsıyan ve yok sayan her sahnede insan olmayacaktır.