Babamın romanı: Yelatan
'Yelatan' babamın, ve belki de bu memleketin yazılmış en iyi romanıdır...
'Yelatan' babamın, ve belki de bu memleketin
yazılmış en iyi romanıdır.1972'de Remzi Kitabevinden tek bir
baskısı yapıldı, sonra nedense ve ne yazık ki tekrar basılmadı.
Bizim evde tabii yüz tane vardı da bunlar yıllar içinde eşe - dosta
dağıtıldı. Şimdi sahaflarda, internette, Nadir Kitap'ta filan üç -
beş tane bulunuyor olmalı. Denk gelirseniz mutlaka alın, biraz
sıkıcı başlar, sonra perde perde açılır. Sizi bir ailenin ya da bir
köyün değil, bambaşka bir dünyanın içine alır. Güli isminde muazzam
bir kadın ile, benim babaannem ile tanıştırır. Güli'nin yaşam
mücadelesi sizi kendine hayran bıraktırır. Belli ki babam da hayran
kalmış; hikayeyi babam yazar, dıştan bir ses anlatır, ama aslında
her şeyi Güli anlatır.
Güli'nin ne vakit doğduğu, nereden çıkıp gelerek dedem Aşur'u bulduğu muammadır. Aşur Tatar'ın, yani dedemin Güldene'den sonra ikinci karısıdır. Kumadır. On dört - on beş yaşlarında olduğu anlaşılıyor Saskara'ya gelin geldiğinde. Aşur'un Güldene'den bir kızı olmuş evvelinde, hiç tanımadığım halam Cennet. Fakat işte kız evlat ve malum zamanlar, bir oğul istemiş Aşur ki ne isteme... Dağlara, tepelere, Yelatan'a yalvarmış. Bütün umudunu Güli'ye bağlamış.
Güli bunu boşa çıkarmamış. Bir erkek evlat vermiş ona. Binalı. Fakat öyle genç, öyle çocukmuş ki annelik yapamamış. Güldene bakmış bu çocuğa. Hatta Güli'ye de, yani iki çocuğa... Sonra bir çocuk daha... Güli bu kez bir kız doğurmuş, Nezife'yi. Pek öyle sevinen olmamış. Sonra bir çocuk daha, İbrahim. Sonra bir çocuk daha, Miyese. Sonra bir çocuk daha, Ferman.
Taş devrinden kalma bir evde iki kadın, beş çocuk, bir şaşkın adam. Kars'ın altı ayı aşan kışı, kıtlığı, yokluğu, açlığı... Bir yaz gelmiş ki ekinler kurumuş. Aşur başı önünde hesap etmiş, buğday zaten imkansız ya, çavdarı kepeği ile yeseler yine de mümkünü yok baharı göremezler. Hal çare aramış, aramış da aramış. Sonunda uzak bir köyde, Lele Ağa'ya kapılanmış. İyi karşılanmışlar başta ama el kapısında nereye kadar... Onur gitmiş, gurur gitmiş, karın doysa neye yarar... Bir de gebe kalmış ki Güli orada, utanç, çaresizlik, hepsi yığılmış, kalmışlar altında.
Güli saklamış uzun zaman. Karnını bağlamış, düşürmeye kalkışmış, Allah bilir kendisiyle nasıl savaşmış. Hiç ses etmeden ağanın verdiği her işi yapmış. Karnı büyüdükçe hepsinde zorlanmış. Sırtında durmadan ahırdan dışarıya taşıdığı tezek dolu küfeler artık çok ağır gelmeye başlamış. Kaldıramamış. Ağanın hanımından ricacı olmuş, hani yine taşır taşımasına da, en azından bir el verseler, sırtına yükleseler de öyle diye. 'Onu da biz yapacaksak size ne gerek' demiş hanım, bütün küfelerden ağır gelmiş, bunu kaldıramamış. Yan evin ahırına, kendi gibi bir sığıntının yanına sığınmış.
Doğurmuş çocuğu orada, yerde, kara toprağın üzerinde. Bir başına hem de... Göbek bağını taşla ezdiğini anlatır. Diğer çocukların bunu gördüklerini, çıktıklarını, koştuklarını, 'Kanlı bebek', 'Kanlı bebek' diye bağırmaya başladıklarını... Ancak ondan sonra köyden kadınlar gelmişler de el vermişler. Doğan çocuğun ismini de oracıkta, o kadınlar vermişler.
"Tuşu, bebeği aldı. Kendi önlüğüne sardı. Paçalı Güssüm, Gülü'yü ayılttı. İkisini de yudular, yıkadılar, yatırdılar. Çocuğun adını da üçüncü gelen, Kotanlı'da Gülü gibi kapılanmış Durhatın koydu: 'Garip!'
'Adını ben koydum!.. Öyle bir ad koydum ki, hepimizin garipliğini, kimsesizliğini dile getire... Ya ne ya, hepimiz garibiz, hepimiz kimsesiziz. Bu oğlanın adı da Garip olsun.' "
Güli artık orada daha fazla kalamayacağını anlamış. 'Açlıktan ölürsem de öleyim ama köyümde öleyim' demiş. Aşur umutsuz, kapılandığı Lele Ağa'ya borcu var. Bir sene çalışsa anca ödeyecek. İçi içini yer halde Saskara'ya, kardeşine haber salmış. Kardeşi 'Arabacı Üseyin' - büyük amcam olur - bir menfaat karşılığı çıkmış gelmiş. Yüklemişler Güli'nin eşyasını kağnıya, altı çocuğu ile düşmüşler yola. Çıktıkları köy, yani Kotanlı (Şimdiki adı Yukarıkotanlı) gözden kaybolur kaybolmaz 'Üseyin' tavır değiştirmiş. 'Öküz bu yükü çekemiyor' demiş, önce bir çocuğu indirmiş, sonra birini daha, sonra diğerini, sonra hepsini. Araba önde, Güli arkada, Garip aç bilaç kucakta, beş çocuk da ardında. Ayağı parçalanıp da ağlayan çocuğun suratına Hüseyin'in sopası inmiş. Güli birini sırtlamış ama onun da ayakları paramparça. Garip kucağında, Güli'de kan bitmiş, memede süt yok, bir an gelmiş ki "Garip zaten yaşamaycak, şurada bir samanın içine bırakayım da" demiş. Yapamamış, annelik... Sırtına bir sopa daha. Suya bırakmaya niyetlenmiş, yine yapamamış. Bir sopa daha...
Zulmü gören dört tane çoban. Kopmuşlar gelmişler yamaçtan. İkisi arabanın önüne geçmiş, biri seslenmiş Hüseyin'e, 'Hele bir in konuşak' demiş. 'Nereden gelirsin?'
'Kotanlı'dan' demiş Hüseyin.
- İnsan karısına böyle kötülük eder?
- Karım değildir, kardeşimin karısı.
- Kardeşin nerede peki?
- Kotanlı'da koltukçu.
- Biz de Koçulu Ağaların koltukçusu.
- ...
- Demek kardeşinin karısını, çocuklarını böyle götürüyorsun ha? Ulan köpekoğlu, sen adamsın..?
Bir yağlı sopa çekmişler ki buna, sayfa 130, okurken gözünüzden akan yaşı silip çobanların elini öpesiniz gelir.
Yelatan ardıyla, arkasıyla, muazzam bir hikayedir.
Garip benim babam olur. Sonradan aldığı ismi ile Ümit Kaftancıoğlu.
Kendini atmayı başardığı Cılavuz Köy Enstitüsü ona büyük kapılar açtı. Romanlar yazdı, makaleler yazdı, gazetecilik yaptı, bugün 'Köroğlu Destanları' diye bilinen hemen her şeyi gün yüzüne çıkaran önemli halk araştırmaları yaptı. Memleketteki herkesin ciğerine işlediğine emin olduğum 'Yüksek Yüksek Tepeler' gibi pek çok türküyü derleyerek yayınladı. TRT Radyosu'nda yayın saati bütün Anadolu'yu kilitleyen Dilden Dile isimli programını yaptı. Ne yaptıysa memleketi, en çok da köyü ve köylüsü için yaptı.
Bugünlerde, herkesin ve hepimizin kafasının durduğu, beynimizin yandığı, ne düşüneceğimizi ve nereye varacağımızı anlayamaz olduğu günlerde Yelatan'ı tekrar çevirmeye başladım elimde. İlk okuyuşta çocuktum, bende kişisel de bir yeri olduğu için anladığım kadarına dayanamayıp bıraktım. Sonra bir deneme daha ama onda da şu çobanlar bölümünü tabii aklımda tutmadım.
Koçulu Ağaların çobanları... Şimdi bir kez daha okuyunca kalakaldım.
İlhan Koçulu ile tanışıklığımızı, Kavulca için çabalarımızı, dikimleri filan ben burada çok anlattım. Bu büyük ve güzel aile ucundan da olsa meğer çok önceden dokunmuş bizim hayatımıza. Çobanlarının verdiği ders ile Güli, çocuklar ve kundaktaki bebek Garip, yani babam, sağ salim varabilmişler Saskara'ya. Sonrası da hiç kolay olmamış ama Güli'de bir ümit doğmuş orada. 'Bir bölük canı karın altına aç - susuz sokacak değilim ya!.." demiş. "Kanımı kaşığa koyarım...". Koymuş da...
Diyeceğim şu,
Ülkenin dört bir yanında hayat kardeşlerimizi savuruyor. Tek bir anda değil uzun bir süre, ortak yaşantımızın bütün güçleri ile elele vermesi gerekiyor. Başkaca çıkar yol gözükmüyor. İnsanı iyi eden yine insan. Tanıdığınız, tanımadığınız, sevdiğiniz, sevmediğiniz, bildiğiniz ya da bilmediğiniz her kim olursa uzanıp el vermekten kendinizi geri koymayın. Böyle böyle çıkarız ve çıkacağız karanlıktan aydınlığa...