Ebubekir Ratib Efendi
18. yüzyılın son çeyreğinde (sekiz kuşak öncesi yani) devir III. Selim'in devri. Sultan bakıyor, bakıyor, imparatorluk artık yürümüyor, tıkanmış hatta geriliyor. Yani bırak ileriye gitmeyi eldekini tutmak bile mümkün gözükmüyor.
18. yüzyılın son çeyreğinde (sekiz kuşak öncesi yani) devir III.
Selim'in devri. Sultan bakıyor, bakıyor, imparatorluk artık
yürümüyor, tıkanmış hatta geriliyor. Yani bırak ileriye gitmeyi
eldekini tutmak bile mümkün gözükmüyor. Batı almış ki yürümüş. "Ben
de şöyle Batı usulünde bir yenileyeyim ortalığı" diyor.
Ne var ki Sultan Batı'yı doğru dürüst tanımıyor. Devlet
adamlarının içinde de tanıyan yok. Düşünüyor, sonunda yakını olan
Ebubekir Ratib Efendi'yi sanayi casusu gibi Avrupa'ya
gönderiyor. Sözde Avusturya elçisi yapıyor, aslında gizli memur. Bu
adam Prusya'yı, Rusya'yı, Fransa'yı, elbette Avusturya'yı görüyor,
gezdikçe geziyor. Batıda olan fakat bizde olmayan ne varsa
kağıtlarına yazıyor. Yazdığı eserin toplamı 500 koca sayfa.
Süleymaniye Camii'nin arkasında büyük bir yazma eserler kütüphanesi
vardır. Hala orada duruyor.
Bir bölümünde, Avusturyalı bir memurla bir görüşmesini aktarmış. Avusturyalı diyor ki: "Harasette ve ziraatte (yani ekimde ve dikimde) sizin memleketin bolluğu ve bereketi başka hiçbir memlekette yok. Hal böyleyken sizler darlık çekiyorsunuz." ‘’İstanbul'dan Edirne'ye kalan olan yolun sağını solunu gördük biz, hiç ekilmemiş, öyle bomboş tutuyorsunuz. Oysa nüfusunuz kalabalık. İşsiziniz, güçsüzünüz, serseriniz de maşallah gırla... Bunlar neden ziraata sevk edilmezler?’’
Devam da ediyor Avusturyalı adam, "Avrupa’dan buraya gelirken, bu kadar araziden ve memleketten geçtiniz. Bizim arazimizde ziraattan yoksun bir yer olsun gördünüz mü?" diyor. "Memleketimizde işi gücü olmayan bir insan gözünüze ilişti mi ey Ratib Efendi?’’ filan diye devam ediyor.
Ebubekir Ratib Efendi adama ne cevap vermiş bilmiyorum, yazmamış. Fakat memleketin tarımı hakkındaki iyileştirme önerilerini uzunca, madde madde çok güzel biçimde yazmış. İstanbul'a dönünce bütün bunları, gözlemlerini, önerilerini, Sultan'a bir bir anlatmış. Sultan, dinlediği bu yeni fikirleri çok beğenmiş. Biraz biraz uygulamaya bile girişmiş fakat maalesef bu hikâye 'bir kırlangıç ile bahar gelmez' konsepti ile bitiyor. Önce Ebubekir Ratib Efendi boğduruluyor, sonra da III. Selim reformcu ekibi ile katlediliyor. Okullarda pek anlatmazlar.
Ben ise, aciz kulunuz, bir sene önce Sineklerin Tanrısı diye bir yazı yazıp CEO olmak isteyen gençlerin hikayesini anlatmışım. Şöyle bir bölüm var orada yazdığım:
"En çok izlenen diziler... Hiçbirinde, hiç kimse, hiçbir iş yapmıyor? Kahramanlar şahane giyinmiş, şahane şık iş yerlerine giriyorlar, yönetim kurulu masasına oturuyorlar, çok güzel bir asistan duruyor kapıda, projeksiyon perdesine bir şeyler yansıtılıyor, herkes bir beş dakika grafiklere bakıyor, sonra aşk meşk... İş dünyası böyle görülüyor. Bunu böyle gören genç çocuk, tarlada kan ve ter döken dedesinin dişini bile yaptırmadığını, bedava hastalıklardan, parasızlıktan, sigortasızlıktan öldüğünü görmüyor mu? Onu da görüyor. İki dünyayı birleştirdiğinde de ok yaydan çıkıyor. Hastalıklı dolandırıcılık ile, saçma sapan mafyacılık ile, gasp ve hile ile her şeyin mübah olduğu bir iç dünya yaratıyor kafasında. Önündeki seçenekler şunlar zira:
Çok çalışıp az kazanmak. Dedesi gibi.
Az çalışıp çok kazanmak. Dizideki gibi.
(... ıvır- zıvır şeyler yazmışım, onları geçiyorum.)
Piyasada yerli mercimek yok, yetmiyor. Pirinç yok, yetmiyor. Meksika, Kanada... İthalat gırla gidiyor. İçeride toprak var, işsiz genç kaynıyor, alıcı 'Yerli bakliyat' diye inliyor, istiyor. Üretilmiyor. Köy kahvelerinde babanın emeklilik parası ile pinekleyen, tarıma uzak, dizideki hayatın impulsuna yakın, Kurtlar Vadisi ve türevlerine tapan, kendini bizzat Battal Gazi sanan, plazaların fıstık gibi kızlarının hayaline dalan, elindeki akıllı telefonlardan Kim Kardashian'ı takibe alan genç adamlar... Kızlar ise evlerde, aynı hayali dünyanın kapılarını açacak her kötüye inanma potansiyelinde. Kaçmalar, acayip acayip evlilikler, ellerini tuttukları mafya özentisi adamlar... Sonrası hayal kırıklığı, sonrası şiddet bazen ölüm oluyor. Kırsalda dünya tepetaklak değişiyor. Hem de fren tutmaksızın değişiyor."
...demişim. Bu yazının tarihi 17 Ekim 2020. Birkaç gün önce de İlber Ortaylı çok benzer şeyler anlattı. Hepsi birbirini anımsatıyor.
Senelerdir, genç nüfus kesinlikle tarımda çalışmayı istemiyor. Kırsal bomboş artık. Kalanlar iki grup, biri 'ailenin topraklarına sahip çıkayım' diyen anne- baba kuşağı, yani 45- 65 yaş aralığındakiler. Bir de eğer hayatta iseler ailenin daha büyükleri köydeler, yani 65- 90 arasındakiler. Verimli olması beklenen asıl kuşak, yani 18- 45 yaş arasındakiler tamamen şehirlere göçtüler. Göçmeyenler var tabii, çok çok istisna. Onlar bile hiç olmadıysa ilçeye göçtüler.
'Tarımı kim yapıyor peki?' derseniz de işte, İlber Hoca güzel güzel anlatıyor...
Zeytinler toplanırken, portakallar çırpılırken, çapa- kürek ve sulama yapılırken, çilekler ile uğraşılırken, patates ekilirken, hayvan damlarında, sürülerde ve her yerde ülkenin yeni göçmenleri bu işlerdeler. Suriyeli göçmenler ağırlıklı olarak Güneydoğu'da çalışıyorlar. Karadeniz ve Doğu Anadolu'da Afganlar, İranlılar ve Pakistanlılar var. İç Anadolu'yu iyi bilmiyorum, kabaca oldukça karışık. Ege'de, Marmara'da ve Akdeniz'dekiler ise Özbek ve Türkmen gençler.
Amasya'daki soğandan Taşköprü'deki sarımsağa, Afyon'daki patatesten Bursa'daki şeftali bahçelerine, Akhisar'daki zeytinden Söke'deki pamuk işlerine kadar her yerde durum, özetle böyle.
İyi bir şey midir? Bilmiyorum. Hiç değilse "Gitsinler" demenin gerçekçi olmadığını biliyorum. İnsanlığın on bin yıllık tarihinde göç edenler hiçbir zaman geri dönmemişler. Gelenler de belli ki dönmeyecekler. Kötü bir şey midir? Öyle olduğunu da pek sanmıyorum. Senelerdir, çoban bulamadıkları için hayvanlarını yedinci aya kalmadan kasaba satan köylüler, sonunda işleri yapacak birilerini buldukları için birkaç yıldır hayvanlarını çoğaltmaya cesaret ettiler. Tarımda, tarlalarda, bahçelerde de hikayeler buna çok benzer...
Hayat boşluğu kabul etmiyor. Tarım hiç kabul etmiyor. Belki gelenlerin suç ya da sabıka gibi kayıtlarının çok daha iyi kontrol edilmesi gerekir. Belki tarımda ve hayvancılıkta yeni durumu iyi gören, gerçekçi planlamalar da gerekir. Bilmiyorum! Ebubekir Ratib Efendi olmaya niyetli olmadığımı söyleyeyim... Sadece çok soruldu ve çok konuşuldu bu konu, İlber Hoca'nın anlatısı ardından gelen "Sen ne görüyorsun?" sorularına kırsaldan toplu yanıt budur.
Sevgiler
Pınar Kaftancıoğlu
Sadece 10 Mil ÖtedeMedeni insan olmak öyle kolay kolay oluşabilecek bir olgu değil. Öncelikle medeni bir ülkenin medeni bir toplumunda ve yine medeni bir aile çevresinde büyümüş, yaşamış olman gerekebilir.