Bir yılbaşı öyküsü
“Hey Alex, biliyor musun kocam bana yılbaşı hediyesi ne almış, bir Van Gogh tablosu!”
Limana inen Arnavut kaldırımı taşlar döşenmiş dar sokaklarda
hızla yürüyordu. İşi acele olduğundan değildi ama Kuzey Denizi’nden
esen rüzgâr soğuğu iliklerine kadar işlettiğinden adeta koşar
adımlarla gidiyordu. Kilosuna ve yaşına göre hayli çevik adımlarla
ilerliyordu. Sokağın iki yanındaki, cephelerinde harika taş
işçiliği süsler olan geçen yüzyıldan kalmış binalardan birinin
altında küçük bir antikacı dükkanı gözüne çarptı. Antikaya olan
merakı ayaklarını bu dükkana doğru sürükledi.
Vitrine şöyle bir göz attı. Pek kendini ilgilendiren şeyleri
satmıyordu. Üzerlerinde mermi delikleri olan miğferler, paslı
tabancalar gibi ikinci dünya savaşı artıkları vardı. Bir köşede
II. Wilhelm ve Osmanlı Padişahının fotoğraflarının
ve çaprazlama Alman ve Osmanlı bayraklarının olduğu bir kadeh
duruyordu.
Bir şey almayı düşünmese bile bir antikacı dükkanın önünden öylece geçip gidemezdi. Mutlaka içeri girmeli ve geçmiş yaşamların kokusunu içine çekmeliydi. Zaten artık toplu iğne bile alsa karısı kıyameti koparırdı. “Senin bu eskilerinden nefes alamıyorum. Evin her tarafı bunlarla doldu. Adım atacak yer olmadığı gibi, büfe raflarından sehpa üstlerine kadar bu toz yuvaları ruhumu daraltıyor”diye şikayet ediyordu.
Dükkanın kapısını açıp içeri girdiğinde, tam karşısındaki bir masada oturan dükkan sahibini gördü. Önündeki yazı masasının üstüne gazete kağıdı sermiş, onun üzerine bir kaç parça ekmek peynir koymuştu. Kocaman, kaba bir su bardağından şarap içmekteydi. İçeri giren müşterisinin selamını almadı. Kılı bile kıpırdamadı. Zayıf ama uzun boylu olduğu belli bir adamdı. Altmış yaş civarında olmalıydı. Ama boya olduğu uzaktan bile belli olan simsiyah saçları, dört köşe beyaz suratını çevreliyordu. İnce bir çizgi şeklindeki ağzı sıkı sıkıya kapalıydı. Pieter, antikacı dükkanlarını her zaman çok sevmesine rağmen, içeri girdiğine pişman olmuştu. Adamın tavrı çok rahatsızlık vericiydi. Sanki kendini mazur göstermek istercesine, “Şu vitrindeki, 1.Dünya Savaşı anısına çıkarılmış kadeh ne kadar acaba?” diye sordu. Adam ifadesiz bir suratla sanki soruyu duymamış gibi bir süre bekledi ve sonra kısaca “Üç yüz Euro” dedi.
Pieter “Peki” deyip geri çıkamadı. “Şöyle bir dolaşabilir miyim?” diyerek içerde yürümeye başladı. Dükkan sahibinden bir cevap beklemiyordu ama sabit bakışlarını üzerinde hissediyordu. “Hızla bakınıp çıkayım” diye düşündü. Dükkanın arkalarına doğru ilerlerken birden olduğu yerde çakıldı kaldı. Dükkan sahibini de, insanı çok huzursuz ve tedirgin eden bakışlarını da unuttu. Tozlu abajurların arkasındaki duvarda küçük bir tablo asılıydı. Duyduğu heyecandan kanın beynine doğru yürüdüğünü hissetti. Karşısındaki tablo Van Gogh’un kayıp “Papatya Tarlası” adlı tablosuydu. Tablonun varlığı ağabeyi Theo’ya yazdığı mektuptan biliniyordu. Ama en bunalımlı günlerinde yaptığı bu resmi, o tarihten beri gören olmamıştı.
Pieter önündeki gece lambası, vazo gibi cam eşyanın izin verdiği ölçüde tabloya yaklaşarak tekrar tekrar inceledi. Evet tarz, fırça darbeleri, boyaların niteliği ve eskiliği her şey Van Gogh ile uyumluydu. Olabildiğince sakin, normal görünmeye çalışarak, “Peki bu resim ne kadar?” diye sordu. Ürkütücü adam yine cevap vermeden sadece Pieter’ın yüzüne baktı, sonra davudi sesiyle “Yüz elli Euro” diye cevapladı. Pieter, “Bu adam kesinlikle antikacı falan değil, bu işten anlamıyor” diye düşündü. Eğer bu tablo gerçekten Van Gogh’un kayıp tablosuysa değeri en az elli milyon Euro’ydu. Yok sadece bir kopyasıysa yirmi Euro’dan fazla etmezdi.
Tek kelime pazarlık etmeden aldığı tabloyu kolunun altına sıkıştıran Pieter, dükkandan adeta kaçarcasına çıktı. Dükkan sahibinin kaba ambalaj kağıdına sardığı paketine sarılmış, geldiğinden daha hızlı gidiyordu. Limana gitmekten de, dün gece rıhtıma yanaşmış gemisine bakmaktan da, limandaki acente temsilcisi Alex’e merhaba demekten de çoktan vazgeçmişti. Nereye gittiğine aldırmaksızın yürüyordu.
Artık kar atıştırmaya başlamıştı. Gökyüzünden dökülen beyaz pamukçukların bugüne çok yakıştığını düşündü. Bu akşam yılbaşı akşamıydı. Heyecanı biraz yatışmıştı. Amaçsızca da olsa yürümek iyi gelmişti. Şimdi biran evvel eve gitmeliydi. Bir taksiye el etti, şehrin oldukça dışındaki villasına doğru yola koyuldu.
Taksi, bahçeleri Noel süsleriyle ışıl ışıl olmuş banliyö evlerinin arasından şehrin güneyine doğru hızla ilerlerken artık tamamen normale dönmüştü. Serinkanlı düşünebiliyordu. Yeni yıldaki ilk işi, tablonun gerçek olup olmadığını tespitti. Bunu kime, nasıl yaptıracaktı ve bu muazzam serveti nasıl nakde çevirecekti, bunu daha sonra düşünecekti.
Eve geldiğinde, henüz yemek için erken olmasına rağmen Julia’nın şık bir yılbaşı sofrası hazırladığını gördü. Kendini buruk bir gülümsemeyle karşılayan genç ve güzel karısına masanın güzelliği konusundaki iltifatlarını esirgemedi. Elindeki paketi gümüş çerçeveli fotoğraflarla dolu büfenin üstünde bir yere koydu. Paltosunu çıkardıktan sonra güzel bir müzik açtı, iki kadehe biraz viski koyarak birini Julia’ya uzattı. Karısı aynı buruk gülümsemeyle uzatılan kadehi aldı ve kendi kadehinde hafifçe çınlattı.
Buruk gülümsemenin nedeninin kendisi olduğunu biliyordu. Karısıyla arasında otuz yaşa yakın, yaş farkı vardı. Bir topluluğa girdiklerinde bütün bakışları üzerine çekecek kadar güzeldi. Bu güzellik kendisini ona delice aşık etmişti. Ama kıskançlık denen akrebin de kıskaçlarına teslim etmişti. Karısının aptalca bir baba şefkati araması nedeniyle kendisiyle evlendiğini biliyordu. Eh erkek olarak da pek fena sayılmazdı. Yakışıklı olduğu kadar, kadınları cezbeden sevimli bir yüzü vardı. Ama evlendiği günden beridir karısının parası için evlendiği şüphesini ve bir gün kendi yaşındaki genç bir erkek için onu terk edeceği korkusunu içinden atamıyordu. Bu nedenle de sık sık münakaşa ediyorlardı. Kavgalarının çoğu kendi münasebetsizliğinden çıkıyordu. Ama karısının da artık birlikte yaşamlarından çok sıkıldığını açıkça görebiliyordu. Hatta karısının hayatında başkası var mı diye özel dedektif bile tutmuştu. Bugün genç ve yakışıklı bir sevgilisinin olmaması, yarın olmayacağı anlamına gelmezdi. Ona tablodan söz edip etmemek konusunda karar veremiyordu. Bu çapta bir servet onu tekrar kendine bağlayabileceği gibi, servetle birlikte hayatından çıkıp gitmesine de yol açabilirdi.
Yemeğe oturana kadar iki üç kadeh viskiyi yuvarlamıştı bile. Yemekte de bir şişe şarabın çoğunu kendisi içti. Masadan kalktıklarında yeni yılı, şehir merkezindeki canlı gece hayatı içinde karşılamaya karar verdiler. Toplum hayatından uzaklaştırdığı karısının böyle değişikliklere de ihtiyacının olduğunu biliyordu.
Şimdiden hayli alkollü olduğu için telefonla taksi çağırdılar ve şehre doğru yola koyuldular. Yolda Pieter’ın cep telefonu çaldı. Arayan acentesinin temsilcisi Alex’ti. Mutlu yıllar diliyordu. Şu anda çarkçıbaşı Albert’le beraber “Moon River” adlı gece kulübündelerdi. Pieter, Julia’nın şaşkın bakışları altında “Biz de geliyoruz, görüşmek üzere...” dedi ve telefonu kapattı.
Pieter işi gereği Alex ile sık sık görüşürdü. Alex genç, yakışıklı ve işinde iyi biriydi. Bu özellikleri kendisiyle çalışmak zorunda olan kocasını aslında rahatsız etmekteydi. Alex’le Julia’yı bir araya getirmemeye, dostluklarının ilerlememesine gayret ederdi. Şimdi nasıl olup da, yeni yılı onlarla birlikte karşılamaya razı olduğuna pek şaşmıştı.
Gece kulübünün kapısına ulaştıklarında yeni yılı müjdeleyen havai fişekler patlatılıyor, kandil kandil ışıkları şehrin üstüne dökülüyordu.
O gece çok geç saatlere kadar gece kulübünde birlikte oldular. Gençler gecenin tadını çıkarıyordu. Dans pisti oynaşan disko ışıklarının altında hep tıklım tıklımdı. Julia da bazen Alex’le bazen Albert’le çılgınca dans eden gençlerin arasına katıldı. Pieter bu insanların bu kadar enerjiyi nereden bulduklarını merak ediyordu.
Sabaha karşı kulüp boşalmaya başladı. Çarkçıbaşı Albert de gemiye dönmek zorunda olduğunu söyleyip ayrıldı. Kulüpteki müzik artık yavaş parçalara geçmiş, masalar tenhalaşmıştı. Pieter ne kadar içtiğini bilmiyordu. Kolunu masaya dayadığı bir ara içi geçti. Oturduğu yerde uyumuştu. Alex’le Julia yeni yılın ilk gününde geleceğe yönelik umutlardan konuşurken, konu iç dünyalarına dönmüş ve duygusal bir sohbete dalmışlardı. Julia göz yaşlarını tutamıyor, evliliğinde ne kadar mutsuz olduğunu anlatıyordu.
Bir ara Alex, çevrelerinde artık pek müşteri kalmadığını görünce kalkmayı teklif etti. Pieter’ı güçlükle uyandırıp dışarı çıktılar. Alex’in evi çok yakındı, ama Pieter ve Julia’nınki çok uzaktı. Onlar için taksi bakınmaya başladılar. Bütün gece kar yağmış ve yollar bembeyaz olmuştu. Henüz gün ağarmamıştı. Sokaklar bomboştu. Değil taksi, köpeğini gezdiren adam bile yoktu. Araba bulmak umuduyla konuşmadan, sessizce yürüyorlardı. Yalpalaya yalpalaya giden Pieter bir ara ikisinin yanından uzaklaşarak, şehrin içinden geçen Ren Nehri’nin kollarından birinin kıyısına gitti. Arkasını dönerek işemeye başladı. Julia Alex’in koluna yapıştı, “Hadi git, git onu suya it. Nasıl olsa çok sarhoş. Kimse ne olduğunu anlamayacaktır, hadi git”. Pieter işini bitirip yanlarına gelene kadar Julia, asılırcasına ısrar etti. Alex, genç kadının ciddi olmadığını düşünse de onun bu ısrarlı talebinden bunalmıştı.
Yağan karın altında biraz daha dolaştıktan sonra, sıcak yerden çıkmış olmanın tüm yararı sona ermiş buz kesmeye başlamışlardı. Alex kıpkırmızı kesilen burnunu çekerken, eldivene rağmen donan ellerine sıcak nefesini üflüyor ve yatağını özlüyordu. Taksi bulmaktan umutlarını tamamen kesince, gönülsüzce de olsa, çok yakında bulunan kendi evine gitmelerini teklif etti.
Adeta yuvarlanarak yürüyen Pieter’ın iki kat merdiveni tırmanabilmesi için Alex onu sırtlamak zorunda kaldı. Daireye girdiklerinde geniş yatağını karı-kocaya bıraktı. Kendi de bir battaniye alarak salondaki kanepede yatacaktı. Ama nehir kıyısından, yatağa girdikleri zamana kadar Pieter’dan biraz uzaklaşma fırsatı bulduğu her an Julia fısıltıyla da olsa, neden kocasını öldürmediği konusunda söylendi. Yanına yaklaşabildiği anlarda kolunu çimdikleyerek öfkesini çıkarmaya çalıştı. Tam yatacakları sırada da “Madem sen yapmadın, ben yüzüne yastık bastırarak işini bitireceğim. Sarhoşluktan parmağını kıpırdatacak hali yok, savunmasız!” deyiverdi ve yatak odasının kapısını kapattı.
Alex çaresiz salona döndü ve kanepeye uzandı. Julia’nın öldürme konusunda ciddi olmadığını, sarhoşluktan böyle abuk sabuk konuştuğunu düşünüyordu. Ama öte yandan mutsuzluğunu, Pieter’a karşı sevgisizliğini ve öfkesini anlatırken ne kadar samimi olduğunu hatırlıyor, alkolün verdiği bu sahte cesaretle ya bu haltı işlerse diye ölesiye de korku duyuyordu.
Zaten yatağa girdiklerinde gün ağarmıştı. Ama Alex’i hiç uyku tutmadı. Kısa aralıklarla kolundaki saate bakıp durdu. Artık öğlen 12’yi geçmişti. Evde çıt çıkmıyordu. Uyudularsa, kaç saattir uyuduklarını hesaplamaya çalıştı. Artık kalkmaları gerekirdi diye düşündü. Sessizlik sinirini gittikçe daha çok bozuyordu. Yay gibi gerilmişti. Ya dediğini yaptıysa, ya yatağımda şimdi bir ceset varsa endişesi beynini oyuyordu.
Dayanamayıp kalktı. Yatak odasının kapısını tıklattı. İçerden hiç ses gelmedi. Biraz daha güçlü bir biçimde kapıyı bir kez daha çaldı. Yine “kulakları sağır edici” sessizlik Alex’in beyninde bir panik çığlığı olarak yankılandı. Heyecan ve korkudan kalbi yerinden sökülürcesine atıyordu. Göreceği manzaraya asla hazırlıklı olamayacağını düşünerek yavaşça kapıyı araladı. Yatakta sevgiyle birbirine sarılmış bir çift gülümseyerek kendine bakıyordu. Julia bütün yüzüne yayılan bir ışıltıyla fısıldar gibi konuştu: “Hey Alex, biliyor musun kocam bana yılbaşı hediyesi ne almış, bir Van Gogh tablosu!”
Suadiye
11. Kasım. 2022