Bir Öğleden Sonrası
Gözlerimin önünde ışıksız, karanlık ve anlamsız bir boşluk var. Böylesi durumlarda yakası açıldık açılmadık bütün sorular sökün eder beyninize. Bunlardan ilki ortamın da tetiklediği bir soru oluyor. “Hiçlik?”
Bir öğleden sonrası, köşedeki okuma koltuğuma zor atıyorum
yorgun bedenimi. Ağırlaşan göz kapaklarım kendiliğinden
kapanıyor.
Gözlerimin önünde ışıksız, karanlık ve anlamsız bir boşluk
var. Böylesi durumlarda yakası açıldık açılmadık bütün sorular
sökün eder beyninize. Bunlardan ilki ortamın da tetiklediği bir
soru oluyor. “Hiçlik?”
- “Hiçlik!” Acaba böyle bir şey mi? Işıksız, karanlık ve anlamsız bir boşluk mu?
- Hiçlik işte. Adı üstünde; anlamsız bir şey…
- Evet, ‘hiçlik’ hiçbir şey ama bir bakıma da her şey!
- Hiçbir şey varlığın dışında değildir. Hiçlik de varlığın dışında olamaz. Varlık da anlamsız değildir.
- Dünyanın en güzel eylemlerinden biri de ‘hiç’ yapmaktır. ‘Hiç’ yaptığınız zaman aslında programlı veya programsız bir eylem içine girmezsiniz. Ruhunuz ve vücudunuz dinlenir.
Bu karanlık boşlukta gölge ve ışık parçacıkları hareketlenmeye başlıyor, giderek şekilleniyorlar. Trans halim giderek yoğunlaşıyor. Bu durumda insan fiziki âlemden soyutlanırken bilinç ve ruh âleminde ivme kazanıyor. Bedeniniz hafifliyor ve uyku ile uyanıklık arasında oluyorsunuz. Sabırsızlanıyorum, bakalım “hiçlikten” neler çıkacak?
- Bir gök cismi mi gezegen mi? Dünyaya benziyor! Kıtaları gölge halinde görür gibi oluyorum. Acele mi ettim ne? Benden hızla uzaklaşıyor. Onu yakından görmek için sabırsızlanıyorum ancak bir anda hiçliğe karışıyor.
Hiçlikle yine baş başayım. Bekliyorum... Hiçliğin anlamlanmasını istiyorum.
- Koca bir ağaç, gövdesini göremiyorum ama dal ve yaprakları göğü sarmış. Ağaç mı yoksa ağacın gölgesi mi? Emin olamıyorum. Platon’un ‘ağaç ideası’ bu olsa gerek diye geçiyor kafamdan.
- Çok uzaklarda başka bir şekil beliriyor hiçliğin içinden. ‘Alaaddin’in Sihirli Lambasını’ andırıyor. Ama yakınlaşınca ‘Ares’in Savaş Arabası’ oluveriyor.
- Saçı sakalına karışmış bir hırpani çıkıyor bulutların arasından. “Diyojen” diyesi oluyorum. Ancak bir anda eflatun renkli ihramı içinde “Sokrates” oluyor.
- “Galileo’yu” görür gibi oluyorum ardından. Yok, Galileo değil, bu “Kepler” olmalı. Ardında kuzeyin kasvetli şatoları var. “Erasmus”la “Machiavelli” aralarında bir şeyleri tartışıyor.
- Şatolar şekil değiştiriyor aniden. Pala bıyığı ve kulağındaki küpesiyle “Sultan Selim” çıkıyor ortaya. Bize öyle belletilmiş, aslında “Şah İsmail” o. Arka planda Kazak Tatarları kümelenmiş, uçsuz bucaksız Sibirya tundralarında at koşturuyorlar…
- Gagası gümüşten koca bir kuş havalanıyor buzulların üzerinden... ‘Simurg Kuşu’ diye algılıyorum. Heybetiyle hiçliği kaplıyor. Kanatlarının üzerinde bir türbe taşıyor. “Sadi” türbesinin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyor. Emin olamıyorum, “Molla Cami” olmalı bu; avucunda bir serçe var!
17. yüzyıl Halk Şairi'nin dizeleri hiçlikten kulaklarıma dökülüyor:
“Deli poyraz gibi acı esmedim. / Kendime küstüm sana küsmedim.
Beni böyle bırakıp gider misin? / Evvel sevip sonra terk eder misin?”
Varlıkla yegâne bağlantımız olan düşüncenin nöronları pembe çiçekler gibi dal budak sarmış yükseliyor, yükseliyorlar. Ben mi gidiyorum yoksa onlar mı üzerime üzerime geliyorlar? Sağımdan solumdan geçiyor gezegenler, aylar, koca koca göktaşları. Rengârenk bulutların içinde oluyorum. James Joyce’un kasvetli kahverengi dünyası, Wirginia Woolf’un perili evi ve sedefli pembeleri…
Burnuma acı acı kokular geliyor. O an ocaktaki kuru fasulye tenceresini hatırlıyorum, telaşla yerimden fırlıyorum.
Kuru fasulye, yanında pilav ve acılı şalgam suyu. Güzel bir öğün olacaktı. Yazık oldu diyorum. Acıkmıştım da!
Aralık 2022 - Acıbadem
Beşinci Hikâye Uzun süren bir seyahatten döner dönmez ayağımın tozuyla bilgisayarımın başına geçtim. Postalar birikmiş, işler bir hayli yığılmıştı. Edebiyat Grubumuzdaki arkadaşlar durmadan yazmışlar ve bu yolda hayli mesafe kat etmişlerdi. Yazmalıyım ama soluksuz!