Kültür-Sanat

Salim Ağa ve Oğulları

“Zaman zaman yaşamın muhasebesini yapmak güzel ve doğru bir şeydir, ama önünüzde önce muhasebesi yapılacak bir yaşam olmalıdır!”

Heybeyi vurdu sırtına Salim Ağa, karısını ve üç çocuğunu da alarak İstanbul’un yolunu tuttu. Esasen ‘ağalık’ lakabını köyünde değil yerleştiği İstanbul’da sonradan aldı. Köydeki lakabı ‘Şolo'ydu. Sivas’ın Hafik kazasına bağlı köylerden birinde rençperlik¹ yapardı. Güçlü, kuvvetli, pehlivan yapılıydı. Geniş ve kemikli suratı nedense hiç gülmezdi. Salimle, selametle pek işi yoktu, acımasızdı. Nobran ve dediğim dedik bir kişiliği vardı, bu yüzden etrafında pek sevilmezdi. Çiftliği, çubuğu, işleyecek toprağı yoktu, olsa da para getirmiyordu. Boğaz tokluğuna gün eğliyordu, oysa üç çocuğu vardı, dördüncüsü de yoldaydı. Uzun zaman önce kafasına koymuştu, İstanbul’a göç edecekti.

Bütün akrabaları göç etmişti. Kaybedecek bir şeyi yoktu, bundan daha kötüsü olamazdı ve ölümden öte yol yoktu. Kaldı ki gelen giden anlatıyordu, İstanbul’un taşı toprağı altındı. Her imkân vardı ve İstanbul dünyanın en güzel şehriydi. Kaynı² üç yıl önce göç etmişti, durumu iyi sayılırdı. Şimdi onu da çağırıyordu.

Salim Ağa, üç çocuğu ve karısı ile birlikte denklerini de sırtlayarak İstanbul’un yolunu tuttu. İstanbul’da onları kaynı Hasan karşıladı. İstanbul’a ilk kez geliyorlardı. Bu ne biçim şehirdi? Sivas’a hiç benzemiyordu, hele ki doğduğu topraklara. Denizi, vapuru, gemisi vardı ve şehrin ucu bucağı görünmüyordu. Koca koca binaları, yolları vardı ve insan kaynıyordu. Kaynı onları karşılamaya iyi ki gelmişti, bu şehirde kaybolmaları işten bile değildi. İki geceleri trende geçmişti, bu üçüncü günde, öğle saatlerinde İstanbul’da ancak olmuşlardı. Dönüşü olmayan bir serüvene girmişti Salim Ağa. Gerekirse burada ölecek, Sivas’a geri dönmeyecekti!

Kaynı Hasan onları Haydar Paşa Garı'nda karşıladı. Önce denkleriyle birlikte vapur olduğunu sonradan öğrendiği bir gemiyle karşı sahile geçip oradan da çoluk çocuk taksiye bindiler. Sonrasında Beyoğlu’nun arka sokaklarında büyük bir binanın bodrum katından içeri girdiler. Hasan karısıyla birlikte bu binanın kapıcılığını yapıyordu ve iki de kız çocukları vardı.

Şololar Tanrı misafiriydi. Bunca yol gelmişlerdi ve çoluk çocuk aç ve çok yorgunlardı. Akşam olunca Allah ne verdiyse hep birlikte yediler, üç beş sohbetten sonra da ayaktan baştan bir kenara kıvrılıp uykuya çekildiler.

Hasan ona da bir ‘kapıcılık’ ayarlamıştı. Karısı ile birlikte onlara kapıcılığın ne olduğunu anlattılar ve onları günlerce eğittiler. İlerleyen günlerde Şolo, karısı ve üç çocuğu yeni apartmanlarının kapıcı dairesine bir güzel yerleştiler.

Karı koca el ele verip tek yumruk oldular. Kısa sürede işlerini öğrenip kendilerini kabul ettirdiler. Şolo hırslı ve çalışkandı. Her ne kadar mizacı sert, yüzü gülmezdiyse de bu zamanla değişti. Çocukların sayısı üç erkekten sonra gelen son kızla dört olmuştu. Adını da Saadet koymuşlardı. Çocuk olayı artık tamamdı. Sedat, Vedat, Suat ve Saadet. Gerçekten de kızları Saadet’le birlikte ailenin saadeti tamamlanmıştı.

Kısa sürede çevrelerine ve insanlara uyum sağladılar, ancak geçimleri zordu. İhtiyaçlar gittikçe artıyor, kazançları bunları karşılamaya yetmiyordu. Her ne kadar Şolo haftada birkaç gün işportacılık yapsa da yine de yeterli olmuyordu. Şolo daha sonraki günlerde kendine yeni bir iş arayıp buldu. Apartmanı karısı ve çocukları götürebilirlerdi.

Şolo’nun yeni işi Taksim’deydi. Musevi yurttaşların sahip olduğu, araba ve yedek parça ithalatı yapan büyük ve ciddi bir firmaydı. Burada hem odacılık yapacak hem de paketleme ve mal sevkiyatına bakacaktı. Maaşı fena sayılmazdı, sigortası ve yemeği de olacaktı!

Şolo artık İstanbul’a yerleşmiş sayılırdı. Sıçramak için çocukların büyümesini ve ele yapışmasını bekledi. En büyük oğlu Sedat’ın liseyi bitirmesini zor beklemişti. Liseyi bitirir bitirmez onu işi kapması ve öğrenmesi için çalıştığı şirkete soktu. Ortaokulu bitiren Vedat’ı da aynı sektörde, aksesuar işi yapan birilerinin yanına yerleştirdi. Suat ise haylazın tekiydi ve ilkokulu zor bitirmişti. Bu çocuktan çekeceği vardı, ama belli de olmazdı!

Aile düzenini oturtmuştu. Şolo ailedeki mutlak otoriteydi, ne söylese o oluyordu ve oğullarının üzerinde bir kartal gibiydi. İlerleyen yıllarla birlikte aile ekonomik olarak da palazlandı. Yiyecek ihtiyaçlarının çoğu köyden geliyordu. Giyeceklerini ise sağdan soldan idare etmişlerdi, ancak şimdilerde gençler sağdan soldan gelene burun kıvırmaya başlamışlardı. Masraflarına rağmen yine de tasarrufları oluyordu, hatta gelişmekte olan Ümraniye sırtlarında bir arsaları bile olmuştu.

Aile bir akşam önemli kararlar almak için oturdu. Artık piyasayı ve işi öğrenmiş sayılırlardı. Yedek parça ve aksesuar işi canlı ve ölmez bir piyasa, para getiren bir meslekti. Şirketleşeceklerdi!

Öyle de oldu. Baba, iki büyük oğlunu da alarak bir limitet şirket kurdu. Şirketin başına Sedat ve Vedat geçtiler ve küçük kardeşleri Suat’ı da yanlarına alıp çalışmaya başladılar. Şirket yedek parça ve aksesuar ticareti yapacaktı. Kardeşlerden en büyüğü Sedat şirket müdürüydü. Musevilerin yanında hayli tecrübesi olmuştu. Vedat pazarlamaya bakacak, Anadolu’yu gezecekti. Suat ise ambalaj, paketleme yapıp ayak işlerini yürütecekti. Muhasebe ve tahsilat işi için de dışarıdan bu işi yürütebilecek eğitimli birini buldular. Bu da Serhat oldu. Ekip kurulmuştu. Aile büyük bir şevkle çalışmaya başladı. İşler iyi sayılırdı, şirket para kazanıyordu.

Sedat Musevilerin yanında işin inceliklerini öğrenmiş, piyasayı tanır hale gelmişti. Malın tedarikini o yapıyor, şirketi de o yönetiyordu, ama paranın idaresi hala babasındaydı. Vedat arabaya atlayıp bütün Anadolu’yu geziyor, bol bol sipariş alıyor ve bunları şirkete gönderiyordu. Serhat ve Suat da bu malları ve varsa eksikleri piyasadan tedarik edip paketleyip ambalajlayıp müşterilere göndermek üzere ambarlara yetiştiriyorlardı. Şirketin İstanbul piyasasında da müşterileri vardı ve bunlarla açık hesap çalışılıyordu. Serhat şirkette ön muhasebeye bakıyor, ayrıca hafta içinde Sirkeci piyasasından mal tedarik ediyor, bunları sandıklayıp ambarlara taşıyor, Cuma günleri de piyasaya tahsilata çıkıyordu. Suat her fırsatta yok olduğundan işin yükü, kiriyle pasıyla Serhat’ın üzerinde oluyordu. Serhat çalışkan ve dürüst bir çocuktu. Çalışkanlığı, dürüstlüğü ve efendiliği nedeniyle çevrede kendisine ‘Sör Kâtip’ deniyordu.

Suat zapt edilmez bir çocuktu. Ortaokulda öğretmenlerden birini dövdüğü için son sınıfı henüz bitiremeden okuldan kovulmuştu. Kanının kaynadığı bir yaştaydı. Kızlara düşkünlüğü de had safhadaydı. Gece eve girmez, geç saatlere kadar sokaklarda takılır, sabahları da uyanmak bilmezdi. Ehliyeti olmadığı halde şirketin arabalarını izinsiz kullanır, haşatlarını çıkarırdı. ‘Sorunları çok, sorumluluğu yok’ cinsten bir çocuktu ve aileyi, özellikle de babasını çok uğraştırıyordu. Babasının otoritesini kevgire çevirmişti. Ne laftan ne dayaktan anlıyordu. Kocaman da olmuştu, cüssesi babasınınkini gölgede bırakıyordu.

Vedat ise Suat’ın tam aksine, halim selim, derviş misali bir gençti. Yakışıklılığı yanında dürüst ve çok çalışkan biriydi. Suat’tan dört yaş büyüktü. Günleri yollarda geçiyordu. Ayın en az on beş, yirmi gününü evinden yurdundan uzak, Anadolu’nun ucuz otel odalarında geçiriyordu. Tomarla sipariş listesi, senet ve çek gönderiyordu. Şirkette olduğu günlerde de canla başla çalışır, az konuşur ve yüzü daima gülerdi. Ne köylülüğü ne şehirliliği iplerdi, sanki bunların ötesindeki ‘insanı’ yaşıyor gibi gizemli bir hali vardı.

Sedat ise gençlerin en büyüğü ve en farklı olanıydı. Atletik vücutlu, yeşil gözlü, yakışıklı bir gençti. Karşıdaki bankanın kızları ona yanıktı. Ailenin ilk çocuğuydu ve Vedat’tan üç yaş büyüktü. Şirketi o yönetiyordu. Tedarik ve firmalar arasındaki savaş onun işiydi. Musevi patronlarından çok şey öğrenmişti. Babası dahil bütün ailesine ve akrabalarına karşı mesafeliydi. O adeta bir burjuvaydı ve büyük olma yolundaydı. Hedefleri yüksekti, ‘köylülük'ten cin görmüş gibi kaçardı. Bu yüzden giyimi kuşamı, hareketleri ve çıktığı kızlar hep klastı. Sanki o hiçbir zaman köylü olmamış, köylülüğü yaşamamıştı. Son zamanlardaki sevgilisi hayli zengin bir ailenin kızıydı. Kızın babasının fabrikaları vardı. İki yıldır çıkıyorlardı ve evlenmeyi düşünüyorlardı.

Zaman değişiyordu. Aile şehirlilik ve köylülük arasında gidip geliyordu. Şehirde yetişen ve büyüyen çocuklar, babanın feodal otoritesini durmadan çiziyorlardı, ama yine de Suat dahil çocukların her biri babalarına saygı duyar, ondan çekinirlerdi.

Baba Salim Ağa halen kendi işine devam ediyor, ama gözü ve kulağı çocuklarının üzerinde oluyordu. Dükkânlar karşılıklıydı. Salim Ağa fırsat bulduğu her an başlarında bitiveriyor, terör estiriyordu. Son zamanlarda sadece büyük oğlu Sedat’tan kısmen çekiniyordu.

İşler iyi, kazanç yerinde, harcamalar ise sıkı kontrol altındaydı. Ülkede yüksek ve kronik bir enflasyon vardı. Para her geçen gün kıymetini yitiriyor, mallar durduğu yerde değer kazanıyordu. Hele ki borçlanmayı becerip yönetebilirseniz mal mülk ediniyor, kısa zamanda zengin oluyordunuz. Aile bunu keşfetmişti. Kurdukları şirket de buna imkân veriyordu.

Ümraniye’deki arsalarının üzerine sekiz katlı apartmanı çoktan dikmişlerdi. Apartmanın ne tapusu ne imarı vardı. Arsa muhtar tapusuyla alınmıştı, ancak fark etmiyordu. Hızlı bir tempoyla büyüyen şehrin yüzde sekseninden fazlası zaten bu haldeydi. Ne kadar borçlu iseniz o kadar zengin sayılırdınız. Devamlı borçlanıyordunuz, elinizdeki parayı mala mülke yatırıyordunuz ve kısa bir müddet sonra borcunuz yüzde yetmişlik, seksenlik enflasyonlarla kendi kendini öderken malınız mülkünüz çığ gibi yükseliyordu, sınıf atlıyordunuz. Şolo artık Ağa olmuştu!

Taksim’in göbeğinde hatırı sayılır ölçüde iş yapan bir şirketi vardı. Ümraniye’deki apartmandan da hatırı sayılır ölçüde kira geliyordu, kendisi de halen çalışıyordu. Ayrıca aile Cihangir'de bir daire satın alıp kapıcılığı bırakmıştı. Şolo artık çevresinde, eş ve dost arasında ‘Salim Ağa’ olarak anılıyordu.

Kaynı Hasan ise bulunduğu yerde otluyor, ailecek hala kapıcılık yapıyorlardı, çünkü sabit gelirliydi ve yettirmeye çalışıyordu. Biri on beş, diğeri on yedi yaşında, okuyan iki genç kızı vardı. Suat, kuzenleri olan bu kızlarla ve arkadaşlarıyla oynaşıyordu. Hatta bu arada daha güzel olan on beş yaşındaki küçük kız Hafize’yi iğfal etmişti. Durum ortaya çıkınca aileler arsında kızılca kıyamet koptu. Aileler çözümü iki genç arasında ‘söz kesmede’ buldu. Çocukların yaşları küçük olduğu için evlendirilmeleri mümkün değildi, ama aileye bir ‘başlık parası’ ve ‘baba hakkı’ ödenmiş, gençlere de ‘imam nikâhı’ yapılmıştı. Kızı okuldan alıp eve kapatmışlardı. 

Suat eve daha rahat girip çıkmaya başlamıştı, ancak onun bu taraklarda bezi yoktu. O sadece sorumsuz, deli gençliğini yaşıyordu. Zamanla sular duruldu. Aileler artık daha az görüşüyordu. Hele ki oturdukları semtlerin değişmesiyle gitme gelmeler tümüyle azaldı. Ancak en küçük oğlunun yaptığı bu haddini bilmezlik Salim Ağa’yı kahretmişti ve Suat’ın getireceği melanetlerden şeytandan korkar gibi korkar olmuştu. Hiçbir çocuğunda görmediğini bunda görüyordu. Bu çocuğu nasıl ıslah edecekti, bilemiyordu. ‘Allah ıslah etsindi!’

Hasan halim selim, sessiz bir insandı. Koskoca İstanbul’un göbeğinde bir apartmanın bodrum katına sığınmış dört can, gece gündüz demeden insanlara hizmet ederek gayet mütevazı şartlar içinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Bu olay onları derinden sarsmıştı. Suat yabancıları değildi, ellerinde büyümüştü. Evlerine teklifsiz girip çıkıyordu. Onun böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermemişlerdi.

İğfal edilen genç kızın ise dünyası yıkılmıştı. Ne olduğunu anlamamıştı bile. Eve kapatılmış, insan içine çıkamaz olmuştu. ‘İmam nikâhlı’ bir kocası vardı, ama ortalıkta koca yoktu ve Suat’tan koca olmazdı.

Suat için yaşam devam ediyordu. Şirketin arabalarını izinsiz alıyor, gece geç saatlere, bazen sabahlara kadar dış aleme takılıyordu. Kötü alışkanlıklar da edinmişti, içkisi, sigarası, kumarı vardı. Çalışmayı hiç sevmiyordu. Kaş göz arasında ilk fırsatta kayboluyor, sorumluluk nedir bilmiyordu. Salim Ağa dahil kimse onunla baş edemiyordu. Hatta Salim Ağa sırtında sopa bile kırmıştı, fakat buna rağmen Suat uslanmıyordu. İğfal olayından sonra yakın akrabalar Suat’a kapılarını kapatmış, çocuklarını ondan uzak tutmaya başlamışlardı. Salim Ağa'nın yüzü kalmamış, bu baş belası evlat yüzünden eşini dostunu kaybeder olmuştu.

Bir keresinde sabah saatlerinde ailenin kapısı çalınmıştı. Salim Ağa karakola davet ediliyordu. Suat kumar oynatılan bir mekânda yakalanmıştı. Salim Ağa kahrından yerin dibine geçti. Halbuki gece adamı odasına kapatmıştı. Evden dışarı nasıl çıktığına akıl sır erdirememişti. Bu yüzden Salim Ağa evdekileri kırdı geçirdi. Bu çocukla ne yapacağını bilemez haldeydi. Adamı gece bağlasa gündüz durmuyordu, gündüz bağlasa gece durmuyordu. Salim Ağa Suat yüzünden aile çevresine rezil olmanın yanında şimdi de işyerinin bulunduğu yerde ele güne, eşe dosta rezil olmuştu. Bu çocukla ne yapacak, onu nasıl ıslah edecekti, bilemiyordu.

Ancak kader ağlarını örüyordu. Bir gün dükkânda Suat dahil bütün gençler ağız birliği etmişçesine öğle saatinden başlayarak akşam saatlerine dek yok olmuşlardı. Sanki cenaze varmış gibi dükkân kapalıydı, hayat emaresi yoktu. Salim Ağa işinin başından ayrılamıyor, arada sırada bulunduğu yerden dükkâna göz kulak oluyordu. Dükkân kale duvardı! Salim Ağa gençlerin hiç biriyle temas kuramıyordu. Tahsilat günü olmasına rağmen muhasebeci çocuk da ortalıkta yoktu. Hiçbiri bir şey söylememişti. Sanki herkes dükkânı bir diğerine teslim edip çekip gitmiş gibiydi.

Günlerden cumartesiydi, ama akşama kadar çalışılıyordu. Esas muhasebeyi tutan Musevi muhasebeci her hafta cumartesi günleri gelir, akşama kadar çalışırdı. Muhasebeci de kapıda kalmış, daha fazla beklemeyip çekip gitmişti. Salim Ağa küplere binmiş vaziyette, “Evlat mı? Hepsi yerin dibine batsın!” diyordu. Bu çocuklar onu tüketecekti. Her birinin ayrı bir derdi vardı, hele ki Suat hergelesinin...

Gençlik bu! Çocukların her biri de gençti. Hepsi sırım gibi delikanlılardı, kanları kaynıyordu. Delikanlılık, adı üstünde, ne dur biliyordu ne durak ne de iş güç tanıyordu. İşte, hepsi bugüne denk gelmişti.

Sedat yirmi yedisinde var yoktu. O, mutat olduğu üzere öğle saat on ikide çıkar, üçte gelirdi, ama bu gün gelmemişti. Şirketin müdürüydü, onun durumu biraz daha anlaşılırdı.

Vedat ise yirmi dördünde var yoktu. Aklı başında bir çocuktu, askerliğini yapıp işine dört elle sarılmıştı. Ama bu gün o da yoktu. Arabasına binmiş, yavuklusunu da yanına alıp boğazın yolunu tutmuştu. Sör Kâtip Serhat’la da Yıldız Parkı’nın girişinde karşılaşmışlar, her ikisi de yanlarındaki manitalarıyla gülerek selamlaşıp birbirlerine hava basmışlardı.

Vedat da Serhat da işyerinden çıkarken Suat’a dükkânda olmasını tembihleyip dükkânı ona emanet etmişlerdi, ancak Suat bu, hiç belli olmazdı. Onlar çıktıktan sonra o da kızların peşinde toz olmuştu. Suat da henüz on dokuzunu sürüyordu.

Vakit akşama geliyordu. Gençler birer ikişer gittikleri yerden dönmüşlerdi. En son da Suat çıkıp geldi. Salim Ağa gözleri yuvalarından çıkmış bir vaziyette ağzı köpürerekten, “Ulan deyyuslar! Siz beni bu saatten sonra iflas mı ettireceksiniz?" diyerek gençlerin üstüne yürüdü. Sedat bir anda yok oldu. Vedat başını önüne alıp kızardı, babası haklıydı. Öfkesi birazdan geçerdi. Özür dileyerek ortamdan uzaklaştı. 

Salim Ağa bütün hışmıyla Suat’a döndü. “Yine kim bilir ne haltlar karıştırmışsındır! Sen neredeydin?" diyerek Suat’ın üstüne yürüdü. “Hafta sonu hapissin, bu dükkândan çıkmayacaksın!” dedi. Sonrasında Serhat’a dönüp, ”Haftalığını al, bir daha da buralarda görünme!” diyerek onu da payladı.

Salim Ağa anahtarlar elinde dükkânın çıkışında bekliyordu! Üç genç içeride kalmış, birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Vedat Serhat’a dönerek, “Bakma ona. Pazartesine kadar bir şeyi kalmaz. Pazartesi günü gelmemezlik etme!” dedi. Sonra Suat’a dönerek, “Bu gecelik idare et, Pazar günü ben uğrayacağım” dedi. Suat ortadan sunturlu bir küfür savurduktan sonra içerideki yazıhaneye girip kendini koltuklardan birine attı.

Serhat ve Vedat başları aşağıda, Salim Ağa'nın yanından geçip dükkânı terk ettiler. Sonrasında Salim Ağa dükkânı Suat’ın üzerine kapatıp anahtarları da cebine koydu. Salim Ağa biraz rahatlamış, öfkesi yatışır gibi olmuştu, ama adlandıramadığı bir iç sıkıntısı bütün benliğini sarmaya başlamıştı.

Suat o geceyi dükkânda, koltukların üzerinde yatarak geçirdi. Olaya bir macera olarak bakıyordu. Bu da renkli hayatının bir başka rengiydi. Aslında böyle düşünerek kendini rahatlatmak istiyordu. Oysa gün cumartesiydi, gece onun için çok hareketli olacaktı. Bir arkadaşının doğum gününü boğazda kutlayacaklar, sonrasında da Hidromel’de Otağ’da sabaha kadar dans edeceklerdi. O anda babası bütün hışmıyla gözünün önüne geldi ve açıktan açığa Salim Ağa'ya sunturlu bir küfür gönderdi.

Sonrasında arkadaşlarını telefonla arayıp durumunu anlatarak hapis olduğunu söyledi. Uzunca bir zaman babasını arkadaşlarına çekiştirdi ve birlikte Salim Ağa üzerinden laklak ettiler. Sonrasında Vedat’ın getirdiği nevaleyi bir güzel midesine indirdi, dükkândaki araba mecmualarını açtı, her bir sayfasında hayaller kurdu. Büyümek ve askerliğini bitirmek istiyordu. Bu adamın baskısından ve abus çehresinden ancak bu sayede kurtulabilecekti. Suat gece geç vakte kadar bu düşüncelerle boğuştu ve halsiz düşerek uykuya geçti.

Ertesi gün pazardı. Geç uyanmıştı. Kendini ilk kez hapiste hissetti, gün zor geçeceğe benziyordu. Kalan nevaleyle kahvaltı yaptı. Hapislik kendini hissettirmeye başlamıştı, yerinde duramıyordu. Hırslı adımlarla dükkân içinde uzunca bir müddet volta attı. Vakit geçmek bilmiyordu. Sonrasında koltuklardan birine gömülüp uyumaya çalıştı. Babası ondan ne istiyordu? Onunla bir türlü yıldızı barışmamıştı ve babasını anlayamıyordu.

Devir değişmişti. Burası köy değil şehirdi! Hem de İstanbul’du ve İstanbul’dan başka İstanbul da yoktu! Doğduğu köyü hiç hatırlamıyordu. Çok küçük yaşlarda gelmişlerdi. O köylerin değil İstanbul’un çocuğuydu ve İstanbul’u çok seviyordu. Tıpkı kızları, kadınları ve gece hayatını sevdiği gibi. Babasının bütün gençliği köyde geçmişti ve yirmi yıldır da değişmemişti. Hala köylüydü ve onun da kendisi gibi olmasını istiyordu. Hatırladıklarıyla suratında acı bir tebessüm oluştu. Babasının gençliğinde arkadaşlarıyla birlikte keçilerin, köpeklerin ve eşeklerin peşinde koşuşturdukları hikâyelerini duymuştu.

Günün ilerleyen saatlerinde Vedat geldi. Ona yiyecek getirmişti. Suat, “Çıkarın beni buradan!” diyerek abisine yüklendi. O da Salim Ağa'nın gazabından korkuyordu. Oturup dertleştiler bir süre. Vedat ona eğitici konuşmalar yaptı, nasihat etti. Aslında Salim Ağa iyi insandı ve onları çok seviyordu, ama öyle görmüş, öyle yaşamıştı. Bu yaştan sonra onu değiştirmek mümkün değildi. Onu öyle kabul edip vaziyeti idare edeceklerdi. Bu bir geçiş süreciydi. Sonrasında herkes yolunu bulacaktı.

Suat bunların değerlendirmesini yapacak durumda değildi. Bir an evvel dükkândan çıkıp kurtulmak istiyordu. Vedat, “Beni de müşkül durumda bırakma. Dişini sık, yarın daha güzel olacak, babam sana daha farklı yaklaşacak!” dedi ve dükkânın kapısını Suat’ın üstüne kapatarak ayrıldı.

Vedat iyi güzel söylemişti, ancak Suat sadece yaşıyordu. Muhasebe yapacak kıvama henüz gelmemişti. Salim Ağa ise Suat’ın muhasebe yapmasını istiyordu. Olmayan hesabın muhasebesi yapılır mıydı? Salim Ağa şehir denen bu gayya kuyusunda bunu kavrayamamıştı ya da çocuklarımı kaybederim korkusuyla kavramak istemiyordu.

Vakit akşam olmuştu. Suat'la Vedat iyi vakit geçirmişlerdi. Vedat’ı çok seviyordu, Vedat akıllı ve sevgili bir ağabeydi. Sedat’la böylesine muhabbetleri hiç olmamıştı. O soğuk nevalenin biriydi. Kendisine hep mesafeli olmuştu. Kendini bir şey zannediyordu. Halbuki esas parayı kazandıran Vedat’tı, satışı o yapıyordu.

Suat bunları düşünürken kendini dükkân içinde volta atarken buldu. Sonrasında yazıhaneye girip yine koltuklardan birine gömüldü. Vedat’ın sohbeti ve nasihati Suat’ı kısmen etkilediyse de o süratle kendi dünyasına dönmüştü. Bu gün pazardı. Bu gece Serpil Örümcer’in ve Berkant’ın konseri vardı. "Bu kadının ne güzel bacakları var!" diyerekten iç geçirmeden edemedi. Esasen kendisi Bayan Bacak'tı. Ne güzel konsere gidecekti. Konser sonrası gecenin ikinci yarısında da karşıda kulüp Reşat’ın yazlık yerinde olacaklardı, sabaha kadar dans edip eğleneceklerdi ve geceyi Fenerbahçe İşkembecisi'nde noktalayacaklardı. Suat, “Ah ulan Salim Ağa!” diye geçirdi içinden ve masaya bir yumruk attı. Sonrasında yine bir iki arkadaşına telefon etti. Fazla da uzatmaktan korkuyordu, çünkü Salim Ağa telefon faturalarının yüksekliği nedeniyle de fırça atıyordu.

Sonrasında yemeğini yedi, tekrar voltaladı, duvarlarla ve koltukların sırtlarıyla boks yaptı. Daha sonra radyoyu ve teybi açıp müzikle birlikte yorulana kadar hızlı danslar yaptı. Kendisini yorup deliksiz bir uyku çekmek istiyordu. Yarın bu işkence bitecekti.

Suat en son kendini koltukta serili vaziyette buldu. Vakit gece yarısını geçmiş, dakikalar yeni günün hesabına yazılıyordu. Saat bir olmuştu, sabaha daha çok vardı. Gece nasıl geçecekti, bilemiyordu. Ancak yorgun bedeni gözlerine uyku mesajı gönderiyordu. Sonrasında Suat bulunduğu koltukta hayaller içinde ağır bir uykuya geçti.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bu hayaller güzel rüyalara, sonrasında ise aniden korkunç bir kâbusa dönüştü.  Suat alevler içindeydi ve cehennemi bir sıcak bütün benliğini kavuruyordu. Zor nefes alıyor, her nefeste ciğerleri dumanla doluyordu. Bu kâbustan gözlerini açarak kurtulmak istedi, ancak gözlerini açmasına rağmen kâbus devam ediyordu. Bir an olayın kâbus mu gerçek mi olduğunun ayırtına bile varamadı.

Suat gerçek alevlerin içinde olduğunu kavrar kavramaz dehşetle irkilerek ayağa fırladı. Kaykılıp yattığı koltuk alevler arasındaydı, hatta koltuk tutuşmak üzereydi. Suat yerinden bir ok gibi fırladı. Şaşkın bir haldeydi, ne yapacağını bilemiyordu. Alevlerin ışığında ortalık aydınlıktı, ancak dumandan göz gözü görmüyordu. Büyük bir hışımla telefona sarıldı, telefon çalışmıyordu. Süratle kendini yazıhaneden dışarı atarken yazıhanenin camları patladı. Yüzü, gözü, bedeni kızgın cam kırıklarıyla doldu. Can havliyle kapıya yöneldi. Ayaklarıyla ve ele geçirdikleriyle vitrin ve kapı camlarını kırdı, ancak kalın demir kepenklerle karşılaştı. Bunlar dışarıdan kapalıydı ve üzerlerinde koca asma kilitler vardı. Suat çaresiz kalmıştı. Alevler fırın ağzı gibiydi ve duman havayı solunamaz hale getirmişti. Dükkân zeminin altında, bodrum katındaydı ve dükkâna yan sokaktan on beş basamak merdivenle iniliyordu. Bu yüzden dükkân ha deyince dışarıdan görülmüyordu.

Gün pazardı ve her yer kapalıydı. Alevler içinde alazlanan ve dumandan çok zor görülebilen duvar saati gecenin dördünü gösteriyordu. Alevler ve duman onun Azrail’i gibiydi ve üstüne doğru hızla geliyordu. Banyo ve tuvaletin bulunduğu arka tarafa geçmek mümkün değildi. Alev ve dumanların kaynağı esas orasıydı. Elektrik kontağı nedeniyle burada önce kablolar tutuşmuş, sonrasında mukavva kutular ve ambalaj malzemeleri alev almıştı. Şimdi Suat eline geçirdiği levye ve amortisör gövdeleriyle dükkânın kepenklerine can havliyle vuruyor, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyor, ancak alevler ve duman buna imkân vermiyordu. Bir damlacık temiz hava solumak için başını kepenklerin altına sokuyor, ancak vitrin ve kapının metal doğramaları buna mâni oluyordu.

Suat çok büyük çaresizlik içindeydi. Doğduğu güne ve babasına lanetler yağdırıyordu. Dükkânın içi bir cehennem olmuştu! Artık nefes alamıyordu, ne vurmaya ne bağırmaya mecali kalmıştı. Kendinden geçmiş bir vaziyette kapının eşiğine yığılıp kaldı. Neden neden sonra dükkânın kepenkleri itfaiyenin baltalarıyla kırılarak açıldığında, doğan yeni günün ışıkları içeri girmiş ve bir su tufanı başlamıştı, ancak yangının havı gitmiş, yangın alacağını almıştı. Suat’ı kapı girişinde, ana karnında kıvrılmış ve kavrulmuş bir halde buldular. Artık çok geçti. Suat yaşamıyordu.

İtfaiyenin kordona aldığı yangın mahallinin dışında kalan kalabalığın ön sıralarında Suat’ın yangını duyan bütün yakınları bağrışıp ağlıyorlardı. Suat bir itfaiye erinin kolları arasında ambulansa taşınırken bu sahneyi yaşayan babası Salim Ağa kafasını koca elleriyle yumrukluyordu ki bir anda yere yığıldı. Ambulansın doktoru onun da hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini söyledi. Suat’ın cesedi ambulansla hastaneye taşınırken Sedat ve Vedat şirketin arabalarından biriyle babalarını sarsalayıp hırpalamadan süratle hastaneye taşıdılar.

Yangın sönmüş, yorgan gitmiş, Suat ve Salim Ağa Arasındaki kavga bitmişti. Her ikisi de yaşamdan kopmuştu. Suat bu bedeli canıyla öderken Salim Ağa bütün ömrü boyunca çekeceği vicdan azabı ve evlat acısıyla kahrolarak ödeyecekti.

Salim Ağa’nın ağzı burnu yamulmuş, sağ tarafına felç inmişti. Konuşamıyordu. Durumu ciddiyetini muhafaza ettiğinden yoğun bakımdaydı, ancak Savcılık duruma müdahil olmuş, fezlekesini hazırlıyordu. Salim Ağa taksirli suç işleyerek ölüme sebebiyet vermekten yargılanacaktı.

Suat’ın kefene sarılı kavrulmuş bedeni kabrine yerleştirilip üzeri toprakla örtülürken Salim Ağa durumu nedeniyle oğlunun mezarı başında olamadı. Ailenin fertleri, akrabaları, İstanbul’da yaşayan hemşerileri ve arkadaşları mezarın başında, büyük bir teessür içinde ağlaşıyorlardı. Sedat siyah güneş gözlüklerinin ardında yine mesafeliydi, ama mecalsiz ve ayakta zor duruyordu. Vedat’ın ortalıkta sadece cesedi dolaşıyordu, eli yüzü şişmiş, saçı başı tarumar olmuştu, o da ayakta zor duruyordu. Serhat ise Suat’ın kabrine kürekle toprak attıktan sonra bir köşeye yığılıp kalmış, sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Defin tamamlandıktan sonra insanlar birer ikişer taziye dileklerini sunarak mezarlıktan uzaklaşıyorlardı. İmam da son duasını yapıp ayrıldı. Mezarın başında tek bir kişi kalmıştı, o da Suat’ın ‘imam nikâhlı karısı’, henüz on altısındaki Hafize’ydi. Kucağındaki üç aylık bebesi Mehmet Suat’la kocasının mezarı başında sarsılarak ağlıyor, Suat’ın mezar toprağına yüz sürüyordu… 

                                                                            Ekim 2024, Ören/Balıkesir


¹Rençper: Çiftçi, tarım işçisi, ırgat.
²Kayın: Karı ya da kocaya göre birbirlerinin erkek kardeşi.