Kültür-Sanat

Eski mi, Yeni mi?

“Dünyada insanlar dâhil, eskimeyen hiçbir şey yoktur. Daha doğduğumuz andan itibaren ileriye sarıp eskimeye başlarız.”

“Etrafımızdaki madde âlemi, içinde bulunduğumuz dünya, canımızın yongası olan malımız, cihazımız, eşyalarımız, hepsi ama hepsi eskimeye koşarlar.”

“Bu yüzden ilerlemek, yeniye doğru değil, eskiye doğrudur.”

“Devrim, oluşum, erişim, tamamlanma hepsi eskinin evreleridir.”

“Yaşanılan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan da eskinin bölüngüleridir.”

 “Eski, hem yaşanmıştır hem de yaşanılacak olandır.”

Bunlar gibi daha ipe sapa gelmez, saçma sapan bir yığın söz, ışıklı tabeladan geçer gibi gözlerimin önünden akıp geçiyor. Beni baskılıyor, uyutmuyor, sabahlara kadar boğuşuyorum bu ışıklı dizgelerle. Gündüzlerim de gecelerimin yarattığı tükenmişlikle geçiyor. El ayak çekilip başımı yastığa koyduğum andan itibaren o sinsi tıkırtılar tüm bedenimi kemirmek istercesine ayak parmaklarımdan başlayıp beynime kadar ilerliyor. Kulaklarımı tıkasam da boş, sanki tıkırtılar içimde ürüyor. Üzerinde durmazsanız tıkırtılar hızla çoğalıyor, sizi farkındalığa çağırıyor. Seslere dikkat kesildiğinizde tıkırtılar bir an için duruyor, sanki bir şeyler durum değerlendirmesi yapıyor, hayati bir şey yoksa yoluna devam ediyor. Aylarla, günlerle bu seslerin kaynağını aradım durdum. Yattığım odanın altını üstüne getirdim, ancak sesin kaynağını bir türlü bulamadım. Giderek bu seslerin gizil bir dünyanın ürünü olduğuna ve bana bir takım iletiler gönderildiğine neredeyse inanasım geliyor. Çünkü olay sadece bu tıkırtılardan, bu seslerden ibaret değil. Bunlarla eş zamanlı olarak ışıklı cümleler dizgesi de gözlerimin önünden akmaya başlıyor. Abartılı ve dağdağalı “eskilik-yenilik güzellemeleri” içinde buluyorum kendimi. Eski mi, yeni mi? Ya da buna benzer şeyler.

Heyhat dostlar! Her gece çektiğim işkence işte budur benim!

Bir keresinde gözümün önünden akan eskiyle ilgili bu ışıklı güzellemelere karşılık olsun diye bilinen bir özdeyişi kafamdan geçirir gibi oldum. “Eskiye rağbet olsa ‘bitpazarına’ nur yağar!” sözü daha kafamın içinde dolaşmaya yeni başlamıştı ki o anda anlam veremediğim bir güç beni yatağımdan alıp yere çaldı. Bir anda dünyam karardı, ışıklı tabela söndü, beynim durdu. “Hiçliği” yaşıyordum adeta. Ancak hemen ardından gaipten bir sesin, “Budalanın söylediğine bak, “hiçlik, yaşanır mı, hiç?” demesi üzerine daha ileri gitmekten ve sesin sahibini sinirlendirmekten korktum. Köşeme pustum. Ne var ki beynime, düşüncelerime engel olamıyordum. Yaşadığım aşağılanma hiçlikten de kötüydü. Hiçlikte ne özgürlük ne baskı vardır, hiçlik bir bilinçsizliktir adeta. Oysa ben, adeta faşist ve despotça bir baskı altındaydım. Üstüne üstlük bütün bunları söylemekten de korkuyordum.

Bu arada, nedense, gözlerim kendiliğinden ışıklı tabelaya takıldı. Düşüncelerimin ışık çavlanı halinde ve eş zamanlı olarak tabelalardan aktığını görünce bir anda korkularımın boşuna olduğunu anladım. Saklım-gizlim kalmamıştı, her şey ortadaydı. Söylesem de söylemesem de durum değişmezdi diye düşündüm. Bu bana güç ve cesaret verdi. Bir anda ayaklarımın yerden kesilerek yükseldiğimi duyumsadım ve haykırmaya başladım:

“İnsan, düşüncelerini haykırabildiği ölçüde özgürdür!”. Ya da “Özgürlük, insanın düşüncelerini haykırabilmesidir! ” diyerek odanın ortasında oradan oraya koşmaya başladım. Bir müddet sonra küçük odamın kapısı çalındı ve bu ses beni kendime getirdi. İki katlı eski bir konağın girişinde bir başına yaşayan yaşlı biriydim. Hayatta yalnızlığımdan ve korkularımdan başka kimsem yoktu. Yukarıda oturan iyiliksever genç evliler bana sahip çıkıyorlardı. Seslerin dozu ve şiddeti bir boğazlanmayı andırınca merak içinde gelip kapımı çalmış, bir şeyimin olup olmadığını sormuşlardı.

Ne diyebilirdim ki? Onlara kâbus gördüğümü, şu an rahat olduğumu söyledim. Ancak onlar tatmin olmadı, “Epeydir sıkıntılarınızı biliyoruz, uygun bir zamanda sizi bir psikoloğa götürmek istiyoruz,” diyerek ayrıldılar.

Rezil olmuştum. İnsanlara rahatsızlık vermiştim. Evet, her şey onun yüzündendi, gecenin bir yarısında, el ayak çekilip ortalığı sessizlik kapladığında, onun ayak sesleri ya da benzeri başka sesler, gecenin bu derin sessizliğini deliyorlardı. Her şey bir tıkırtıyla başlıyor, giderek bu tıkırtılar vahşi seslere ve ışıklı dizgelere dönüşüyordu. İşin korkunç yanı, kişiliğimin bu ışıklı dizgeler tarafından teslim alınmasıydı. İkircikli ve esrarlı bir hal yaşıyordum. Başım ağrıyor, soğuk soğuk terliyordum. Bir şey düşünemez olmuştum. Sanki bu ışıklı dizgelerle beynim arasında bir paralellik, bir eşzamanlılık vardı. Düşüncelerim bir ışık çavlanı gibi gözlerimin önünde akıyordu. Çoğu zaman bu düşüncelerin bana mı yoksa tabelaya mı ait olduğunu bilemiyordum. Gerçekten, bu ışıklı düşünceler kimin ürünüydü acaba? Beynimin mi, ışıklı tabelanın mı? Işıklı yazılar kafamdaki düşüncelerle eşzamanlı olarak akıyordu, ama bundan emin olamıyordum. Acaba hangisi hangisini tetikliyordu? Ben mi tabelaya, yoksa tabela mı bana hükmediyordu?

Bir an düşünemez olmuştum. Kafam durmuştu sanki. Tabela da aynını yaptı, bir anda ışıklı sözlerin akışı durdu. Olağan olan buydu. Ancak tabelanın beynimi etkilemesi olağanüstü bir şey olabilirdi. Ancak bu takdirde ışıklı tabelalar bana gaipten haber veriyor, ya da gizil bir güç tabelalar vasıtasıyla bana iletiler gönderiyor olabilirdi. Bunu nasıl test edebilecektim? Başımı arkaya yasladım ve derin bir nefes alarak düşünmeye başlamıştım ki ekranda, “Yeni ne demektir?” diye bir tümce göründü ve yazılar, “Güzel söylüyorsunuz, ama işin başı yenilik. Yeni olmadan eski olur mu?”. "Hem insanların meyli de gönlü de yenidedir." "Yeniyi nereye asayım, eskiyi nereye atayım?" sözü boşuna söylenmemiştir..." diye devam ediyordu. Hiç müdahalem olmamıştı. Tabela kendi kendine konuşuyordu. Şaşırıp donakalmıştım, ancak beynim boş durmuyordu.  Yazılar da akmaya devam ediyordu:

“İşin bir ucunda yenilik, diğer ucunda eskimek vardır. Yeni olmadan eski olamaz.”

“…her ikisinin de tohumu birbirinin içindedir. Her ikisi de birbirinin içinden çıkar. Tıpkı geceyle gündüz gibi…”

“…Ve böylece her şey değişir, işin esası da budur. Çünkü değişim, var olmanın gerekliliğidir…”

Hayretler içindeydim. Tümceler düşüncelerime uygun gibiydi, ancak yine de emin olamıyordum.

Bu kez hiç düşünmemek istedim, ama bu da pek mümkün olmuyordu. Beynimin içi kaynayan kazan gibi fokurduyor, düşünceler birbirini boğazlıyordu. Bu arada tabelayı da göz ucuyla izliyordum. Ekran karınca kaynıyordu. Bir anda ekrandan fışkıran karınca orduları her yeri kapladı. Elim, yüzüm, kulak içlerim ve göz çukurlarım karıncaların istilasına uğramıştı. Acılar içindeydim. Gözlerimi açamıyor, başımı kıpırdatamıyordum. Sonrasında ne olduğunu bilememiştim.

Sabah kuşluk vaktinde kapımın hızlı hızlı çalındığını duydum. Sese uyanıp gözlerimi açtığımda yere serili olduğumu gördüm. İçimi korku sardı. Yatağımdan düşmüş olabilirdim. Ancak en son odanın içinde ışıklı tabelaların peşinde koştuğumu hatırlıyordum. Kapının çalınması bana bir imdat koluna asılmak gibi geldi. Çaresizdim. Kendimi yerden toplamaya çalıştım. Kıçım başım, bütün bedenim ağrılar içindeydi, kapıyı zor açabildim.

Yukarıdaki yardım-sever komşularım, Erhan Bey ve eşi karşımdaydı. Bir anda gece onlara bir sıkıntı (rahatsızlık) yaşattığımı düşünerek özür dilemekle işe başladım.

-Çok özür dilerim, gece size bir rahatsızlık mı verdim Erhan Bey?

-Ne demek! Hiçbir rahatsızlığımız olmadı. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, eşim sizin için doktordan bir randevu almış, onu haber vermeye geldik. Öğleden sonra saat on dörtte doktorda olmamız gerekiyor.

-Allah razı olsun. Hiç gereği yoktu, çok zahmet oldu sizlere.

-Böyle demeyin, ama bir doktora görünmelisiniz.

O gün öğleden sonra doktordaydık. Komşum Erhan Bey beni yalnız bırakmamış, hatta beni doktora arabasıyla getirmişti.

Doktor genç sayılmazdı, ama yaşlı da sayılmazdı. Dinamik ve bilge bir görünüşü vardı. Beni şefkatle karşıladı, hal hatır sordu, tansiyonumu ölçtü ve güzel sohbetiyle beni rahatlattıktan sonra, "Anlat bakalım," dedi.

Doktora içinde bulunduğum durumu, korkularımı, hezeyanlarımı, soğuk soğuk terlediğimi, kendi kendime konuşup haykırdığımı, beynimi ve bedenimi kemiren o tıkırtıları ve en önemlisi de kendi kendine konuşan ve gaipten seslenen o feylesof bozuntusu ışıklı tabelaları bir bir anlattım.

Doktor beni uzun uzadıya dinledi, hatta daha sonrasında merak edip evime kadar geldi. Yaşadığım müştemilatı ve yattığım odayı gözden geçirdi. Ayakucundaki gardırobu görünce bir ona bir de bana baktı ve bıyık altından gülmeye başladı. Bana dönerek, “O her şeyin başı olan tıkırtı bu gardırobun içinde, onun sebep olduğu korkularla ışıklı tabelalar da kafanın içinde,” diyerek devam etti. "Sıkıntının bilimsel adı fob fobi, yani fobilerden korkma veya korkulardan korkma, yani korku üssü korku hastalığı anlayacağın. Baş ağrıların, soğuk soğuk terlemen, içsel hezeyanların da hep bu yüzden. İnsan beyni ve ruhu çok hassas. Bir tahta kurdunun[1] içinde yuvalandığı tahtayı kemirirken çıkardığı ses, gecenin içinde duygusal vuruğa (travmaya) ve kaygı bozukluklarına yol açmış. Önemli bir şey değil, verdiğim ilaçları kullan ve dinlen. En önemlisi de gardırobunu yattığın odadan dışarı çıkar.” 

Utancımdan yerin dibine geçtim. Bunca yaşıma rağmen tahta kurdunun ne olduğunu ve ağaç, eşya ya da eski mobilyaların içinde egemenlik kurduklarını bu vesileyle öğrendim. Gerçekten de geçen yıla kadar giysilerim torbalar içindeydi. Dişimden tırnağımdan artırdığımla biraz da özlemli (nostaljik) olsun diye bitpazarından bu gardırobu satın almıştım.

Bilgisizliğimin cezası çektiklerim olmuştu. Gardırobun cezası da o kış sobada yakılmak.

Haziran 2024, Balıkesir / Ören


[1] Tahta kurdu :  Çoğunlukla serin ve rutubetli iklim şartlarında görülen, her türlü ağaç malzemeye (mobilya, merdiven, sanat eserler, çatı, direk) arız olan ve verdikleri zararları çok sonra fark edilen böceklerdir.

"Bu işte bir bit yeniği var" sözünde bit yeniği deyimini Türkçeye kazandıran bu böceğin diğer bir adı da tahta bitidir.