Dante ve Constantinople (İstanbul)
Dün gece Dante’nin Cennet’inde geziniyordum. Kitabın 6. kantosunda yer alan ve göğün ikinci katını anlatan kısmında Bizans İmparatoru Constantinus ile karşılaştım.
Dün gece Dante’nin Cennet’inde geziniyordum. Kitabın 6.
kantosunda yer alan ve göğün ikinci katını anlatan kısmında Bizans
İmparatoru Constantinus ile karşılaştım. Bir an heyecanlandım, ne
de olsa ‘hem-şehrim’ sayılırdı. Constantinus 330 yılında
İmparatorluğun merkezini Roma’dan Bizans’a taşıyarak güneşin
izlediği yola (göğün yönü) karşıt bir yol (batıdan doğuya)
izlemiştir; bu yol Tanrı’nın isteğine de ters düşer; Çünkü Dante,
Tanrı’nın Roma’yı kilisenin merkezi olarak seçtiğine inanır.
“Ancak Costantinius, Latinlerin ilk kralı Latinus’un kızı
Lavinia’yı kaçıran Aineias’ın Avrupa’nın dibinden çıkan dağların
oraya (Troya) yerleşti.”
Costantinius burada bir şehir kurar. Şehrin en eski adı Byzantion’dur. MÖ 660 yılında Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yerde bir şehir kurmuş olan Megara Kralı Bizans’ın adından gelir. Sonradan kendi adıyla anılacak (Constantinople, 17. yüzyıl oryantalistlerinin şehre verdiği addır. Cumhuriyetle birlikte şehir İstanbul adını alır.) ve Roma’nın doğusunda ters yönde bulunan bu şehri güneşin izlediği yöne uygun olarak (doğu-batı) yönünde kurar.
17. yüzyıl sonlarında Fransız gezgin Grelot, İstanbul’un konum ve yerleşimini neredeyse havadan bakarmışçasına, anlatır:
“Constantinople’un üzerinde yer aldığı dar toprak parçası ya da yarımada Yedikule’den başlayarak anakaradan ayrılıyor, Sarayburnu’na varıncaya değin iki denizin arasında uzanıyor… Kent dar açılı üçgen biçiminde, tıpkı bir harpı ya da bereket boynuzunu andırıyor”
İki bin yedi yüz yıl önce bir kâhinin gösterdiği yerde kurulan bu güzel şehri, yine bir gezgin olan Alexis de Volan ise şöyle betimler:
“…tül perde yırtıldı (sisin oluşturduğu) ve benim şaşkın gözlerimin önüne uçları yaldızlı minare ormanları, gün batımıyla tutuşmuş binlerce kubbe, yeşilliğin ortasında kırmızı damlı evlerle kaplı tepeler, sıra sıra saraylar, mavi damlı camiler, servilerle, incir ağaçlarıyla dolu bostanlar, çiçekli bahçeler, göz alabildiğine gemiler, bayraklar ve seren direkleriyle dolu uçsuz bucaksız…”
Coğrafi konumu, doğal güzelliği ve ılıman iklimi ile yaşanılası olan bu şehir, tarihte çeşitli kültür ve medeniyetlerin beşiği olmuştur. İstanbul’u tarihi bir dünya merkezi haline getirme kararını bilinçli bir şekilde veren kişi Costantinus olmuştur. Byzantion’un yeni ve daha büyük bir şehir olarak yapımına 325 yılında başlanmıştır. Bu kararın İstanbul için sonucu şu bakımdan ilginçtir: Şehir, planlı bir biçimde, başkent olmak üzere inşa edildi. Şehrin yapılışı klasik Greko-Romen şehircilik anlayışı ve geleneği çerçevesinde gerçekleşti. Yunan- Latin tarzı, geniş iki yanı sütunlu caddeleri geliştirmişti. Bu caddeler üstünde gerekli yerlerde geniş meydanlar açılıyor, kavşaklar oluşuyordu. Şehir bu ilkelere uygun olarak kısa zamanda gelişti ve Costatinus’un isabetli bir seçim yaptığını kanıtladı. Saray yarımadanın güneye bakan sahil yamacının üstünde kurulmuş. Hippodrom’u tamamlanmıştı. Şehir doğu-batı yönünde konumlandırılmıştı. Saraydan itibaren sütunlu geniş ana cadde Ayasofya önlerinden başlayarak Aksaray yönünde şehrin doğu ucuna kadar uzanıyordu. Bu ana cadde üzerinde birçok meydan ve kavşaklar oluşturulmuştu. Bu meydanlardan günümüze meydan(!) olarak ulaşan üçü; Sultanahmet Meydanı (At meydanı), Beyazıt Meydanı (Theodosios) ve Aksaray Meydanı’dır. (Et Meydanı)
Beyazıt Meydanı, Bizans zamanında Forum Tauri idi. (Boğa Meydanı) Theodosius Forumu adıyla da anılan bu meydan Kostantinopolis’in en büyük alanıydı. Şehri zapta gelen Theodosius karargah çadırını bu meydanda kurmuştu. Theodosius adına dikilen muazzam anıt 1509 da yıkılmıştır.
I. Theodosios zamanında (364-378) Byzantion’un yeniden batı istikametinde geliştiği görülmektedir. Şimdiki Aksaray mıntıkasında Bus denilen yerde bir meydan yapıldıktan başka, 386’da şimdiki Beyazıt Meydanı yerinde, Theodosios adına 40 metre yükseklikte içi merdivenli dışı ise kabartmalarla süslü büyük bir zafer anıtı dikilmiş, ayrıca burada 393’te Byzantion’un en büyük meydanı olan Forum Tauri veya Forum Theodossiacum (Tauros) denen meydan inşa edilerek birçok heykellerle süslenmiştir. Bu meydanın kalıntıları 1928 de bulunmuştur. Bu anıtın 1509 yılındaki depremde yıkıldıktan sonra gövde parçaları Beyazıt külliyesine ait hamamın inşaatında kullanılmıştır.
VI. Yüzyıl başlarında Prenses Juliana Anicia özel sarayının kalıntıları Şehzadebaşı’nda Belediye binası yapılırken 8-10 metre derinde bulunmuştur. Rastlanan taban mozaiklerin birkaçı müzeye götürülmüş, geri kalanı sökülüp denize atılmıştır. Bu mozaiklerin ilgi çeken yönü, Trakya’nın çeşitli tarım ürünlerini taşıyan köylülerin tasvir edilmiş olmasıdır. Fatih semtinde ‘Kızlık Anıtı’ olarak bilinen bir sütun ise XVI. yy’ da yerinden çıkarılarak Süleymaniye Camii’nin içine yerleştirilmiştir.
Osmanlıların Bizans başkentini almalarıyla Hıristiyan Rumlar surların içindeki alandan çıkarıldılar ya da kendileri burayı yavaş yavaş boşaltarak Haliç’in öteki yakasındaki Pera’ya yerleştiler.
Hanedanlığın ilk yerleşim yeri ise ‘Eski Saray’ oldu. II. Sultan Bayezıd’ın imaret, medrese, mektep, kervansaray ve bir çifte hamamdan (kadın-erkek) teşekkül eden külliyesi hayır ve cemiyet yapıları bir abide olarak Eski Saray’dan sonra meydanın ilk yapılarıdır. İstanbul’da en eski padişah camisidir. (Fatih Camii zelzelede yıkılır, mevcut cami 18. asırda yapılır) Yapılışı 1501 de başlamış 1506 da tamamlanmıştır. Mimarı Üstâd Hazreddin’dir. Avrupalı Mimar ve Arkeologlar, Bayezıd Camii’nin tamamen Ayasofya’nın tesiri altında inşa edildiğini söylerler.
Eski Saray: Evliya Çelebi, Eski Sarayı şöyle anlatır: “Eski Saray’ın bulunduğu yerde Kral Puzantin tarafından yaptırılmış eski bir manastır vardı. Buradan hayat suyu fışkırdığı için bu manastır yapılmıştı. Daha sonra Hz. İsa’nın havarilerinden Simeon buraya küçük bir mabet yaptı. 1454’te başlayıp 1458’de tamamlanan ‘Eski Saray’ı yapmak isteyen Sultan Mehmet tarafından yıkıldı.”
H. V. Moltke, Eski Sarayı Serasker Mehmet Hüsrev Paşa’ya yaptığı ziyaret vesilesiyle şöyle anlatır: “Sultan Beyazıt Camiinin yanı başında, yedi tepeden birinin üzerinde, geniş, etrafı yüksek bir duvarla çevrilmiş bir alan vardır. Fatih Mehmet Gazi sarayını buraya nakletmişti. Sonradan burası ölen hükümdarların dullarına ikamet oldu. Şimdi Serasker kapısıdır”. 1826’da Yeniçeri ocağı kaldırılınca burası Seraskerlik oldu. Maliye Nezareti de yanı başında yer aldı. 1828 yılında İstanbul yangınlarını gözetlemek için yangın kulesi yaptırıldı. Daha sonraları Seraskerlik İstanbul Üniversitesi oldu.
Bir kentin meydanları, halkın nefes aldığı, serbestçe yaşadığı, kendini özgürce ifade ettiği mekânlardır. Çağdaş kentler meydanlarıyla anılır. Meydanlar şehrin on binlerce insanını bir araya toplayan ‘duvarsız ve tavansız’ salonlarıdır. Esasen meydan kültürünün oluşumunu eski Yunan’daki ‘doğrudan demokrasi’ yönetimiyle ilişkilendirmek pek de yanlış olmaz. Meydanlar buralarda belli bir gereksemenin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kültür ilkin Roma’ya buradan da Bizans’a geçmiştir. Ama bu konuda bize geçen pek bir şey olmamıştır. Bizim kültürümüz farklıdır. Yerleşik olmaktan ziyade göçer kültürün motiflerine sahiptir. Bir şehrin meydan, cadde ve bulvarlarıyla planlanarak yapılması pek olası değildir. Moltke, anılarından birinde, Bursa ilindeki yerleşimi; “Havadan atılmış bir avuç ev” olarak tanımlar ne sokak ne cadde vardır. Meydanlarımız ise hiç olmamıştır. Halkın toplandığı soluklandığı bu alanlardan nedense hep korkulmuştur.
Bu yüzden; geçmişten günümüze şehirlerimizi, genelde de büyük ve dünya ölçeğindeki kentlerimizi geniş caddeler, bulvarlar, parklar, bahçeler ve meydanlarla tezyin etmek ve donatmak gibi bir geleneğimizin ve bunların insanlar için yaşamsal bir gereksime olduğu konusundaki kolektif bilincimizin gelişmiş olduğunu söyleyebilmemiz pek olanaklı değildir. Aksine var olanı korumak ve geliştirmek yerine, çeşitli sebeplerle(!) tüketmek ve yozlaştırmak gibi bir itiyadımızın mevcudiyetini de gözden uzak bulundurmamamız gerekir.
Tarihi yarımadada konumlanan meydanlar bize Roma’nın, Bizans’ın yadigârıdır. Geçen yüzyıllar içinde bu meydanları koruyup geliştirdiğimizi, yanlarına yenilerini koyduğumuzu pek kolay söyleyemeyiz. Bu meydanların hüzünlü tarihi, ne yapacağımızı bilemeyişimizin, bu konuda köklü bir kültüre sahip olamayışımızın eseridir. Bin yedi yüz yıl önce planlanarak (!) oluşturulan Aksaray’da meydan adına bir şey kalmamıştır. Beyazıt meydanının hal-i pür melali (acınası durumu) ortalık yerdedir. Sultanahmet Meydanı (at meydanı) ise anlamsız bir güç ve hamaset yarışına sahne olmaktadır. Geçen devre içinde bunlar gibi tarihi birçok alan ve kavşak da bundan nasibini almıştır.
Sonuç olarak yazımı; ömrünün önemli bir kısmını Paris’te geçiren ve Beyazıt meydanının kurtarılması için savaşım veren Safa’nın sözleriyle noktalamak isterim: “Meydanlar, kafaların içindeki meydanlardır.”
Şubat 2021 – Marmaris
Cemal Çalımer