Çocukların Er Meydanı
Ülkenin hangi köşesine giderseniz gidin, aşağıdan yukarıya, bütün kademelerde, yarı gizli yarı açık konuşulan tek bir konu var: Kalifiye çalışan bulamamak. Sokak ağzıyla: Eleman bulamamak.
Bu cümlenin geçtiği yerde tabii şöyle bir sav da var:
"Çalışan değil, köle arıyorlar onlar. Kimsenin de köle olmaya
niyeti yok."
Binlerce kez, çeşitli noktalarda duydum bunu. Hak veriyorum,
elbette anlıyorum. Ama! Bir aması da var bu işin. Bir ritmi var.
Bunu da kendimce açıklamaya çalışırken kelimeleri özenle seçeceğim.
İyi yapabildiğimi sanıyorum. Yine de ifademde bir terslik olursa
peşinen özür dilerim.
Gençleri çok seviyorum, cidden çok seviyorum, fakat bir terslik var, bir yanlışlık var şimdinin gençliğinde. Bunu da görebiliyorum. Yüzlerce meslek bütünüyle biterken, yok olup kaybolurken, ülkece istediklerimiz ile bu istediklerimizi isteyen gençlerin arasındaki uçurum her gün daha da açılıyor.
Açık yazacağım, darılmaca yok. Lütfen.
İpek Hanım Çiftliği, 2000'li yılların başında ortaya çıktı. Çok değerli bir proje olarak algılandı. Seneler içinde Türkiye'de ne kadar ciddi ve gerçek ödül varsa bunların hepsinden birer kere aldı. :) İpek Hanım'ın üzerine tezler yazıldı, bu iş bir model olarak çalışıldı. Sınırları aştı, yurtdışında da benzer ilgi ile karşılandı. Yale Üniversitesi'nde sunuldu. Wageningen'de ders konusu oldu. Google'a - dünya çapında üstelik - 'doodle' bile oldu..
Bütün bunlar arasında, fırsat bu fırsat; ben çok değerli iş insanları, çok kıymetli girişimciler ile bazen kuliste, bazen bir masada, bazen yemekte, bazen de çay esnasında sohbet etme fırsatı buldum. Konuştukça fark ettik ki taleplerimiz de, hayallerimiz de, geçmişlerimiz de şaşırtıcı biçimde aynıydı. Haliyle sohbetler derinleşti. Aklımdaki birkaç notu hiç sansürlemeden yazayım burada. Kimse yapmaz bunu. :)
Tahsil. Özel okullar, özel dersler, özel üniversiteler, özel olan bütün ortamlar. Korunaklı siteler. Benzer bütün örneklerde, avantajları elbet vardır, fakat en büyük dezavantajlar çocuğu yaşadığı ülkenin bütün dinamiklerinden uzak tutmak, hem de çok uzak tutmak. Böylesine uzak kalınca da sonuç iyi yerlere varmıyor. Çocuklar kuş gibi oluyorlar. Ülkenin gerçek iletişim dilinden, ülkenin gerçek ihtiyaç ve taleplerinden, sosyolojisinden epey kopuk - havada kalıyorlar. Ayakları yere basmayan, asılı kaldıkları yükseklikten zemini göremeyen bu çocuklar tahsillerini yapıyorlar muhakkak, fakat alınan tahsilin ülke dinamiklerini tanıyan bir zihin ile hazmedilmesi gerçekleşmeyince, formül de hiçbir yere varmıyor.
Çocuk sahayı tanımıyor. Olanı biteni göremiyor. Güzel bir dişli oluyor elbette, ama o dişli bu mekanizmaya uymuyor.
Eğitim önemli midir, önemlidir elbette. Peki ya öğretmenin gözdesi, sınavların birincisi olmak önemli midir? Değildir, hem de kesinlikle. Bunu ben söylemiyorum, Stanford Üniversitesi'nde yapılmış bir araştırma söylüyor. Bugünün eğitimci kriterleri ile değerlendirildiğinde tarihteki aşağı yukarı bütün büyük ve parlak şahsiyetlerin sorunlu öğrenciler olarak görülecekleri ve hatta okullarından atılacakları sonucuna varılmış.
Görüştüğüm bu insanlarda da araştırmayı doğrulayan grafikler vardı. Neredeyse hepsi, eğitim hayatlarının her noktasında "durmayan, dinlemeyen, odaklanamayan" çocuklardı. Başarıları sınıf ortalamasında, hatta çok daha altlardaydı. Olur olmaz şeyler yapmışlar, derslerin ritmini bozan sorular sormuşlar. Anılar ortak. Hareketli, canlı, kıpır kıpır çocuklar olmuşlar.
Haliyle...
Öğrencinin gözündeki ışığı söndürme üzerine kurulmuş eğitim sisteminde, daima duvarlara toslamışlar.
Eğitimden bir şey çıkmayınca ya da çıkmayacağını anladıklarında esnaf arasında olmayı daha sıcak bulmuşlar, genelde o ortamlarda pişmişler. Pazara gitmişler, alışveriş yapmışlar, evin elektrik faturasını ödemişler; kendileri 8 yaşında iken kardeşlerini yedirmişler, içirmişler, bakmışlar filan. Yaz tatilleri boyunca bakkal çırağı olmuşlar. Berberde yerleri süpürmüşler. Çobanlık yapmışlar.
Çobanlık için büyükçe bir parantez açacağım çünkü başarılı insanların hikayelerinde bu kariyer noktası, şaşırtıcı bir sıklıkta karşımıza çıkar.
Çobanlık şudur: Kulaklarınız çok iyi duymalı. Daima teyakkuzda olmalısınız. Çevreniz ile içsel bir iletişim içinde olmalı, daima değişen koşullara ahenk içinde uyum sağlamalısınız. Sezgileriniz hayli gelişkin olmalı. Matematiksel işlemleri çok doğal ve hızla yapmalısınız.
Bu koşulları sağlayabiliyor iseniz çoban olabilirsiniz. Denklemi tersten kurarsak, tam şu an Ardahan'a gelirseniz ve sayısı 300'e dayanan bir sürüyü, yanında iki köpek ve beş yaşında kız kardeşle çeviren 8 yaşlarında bir oğlana denk gelirseniz; belki de geleceğin çok konuşulacak bir iş insanı ile, belki Aziz Sancar gibi bir bilim insanı ile, belki de örnekleri çokça görüldüğü üzere etkin siyasetçisi ile karşı karşıya geliyor olabilirsiniz.
Kolay iş değildir 300 tane hayvanı bir yerden bir yere götürmek, saymak, yönetmek, tehlikelere karşı korumak, evlerine sapsağlam geri yollamak. Müthiş bir gözlem lazım. İnsanın, kendisinden hayli farklı bir canlı ile empati kurması lazım. "Ne yaptığını biliyor" hissini hayvana vermesi lazım. Bunu yapamadığında, yapamadığı için de hayvan oraya veya buraya saptığında ve diyelim ki onu çevirmek için yanlış bir sopa vurduğunda bütün sürü dağılır, kaçar. Buna imkan vermemesi lazım. Hangi hayvanın ayağı aksıyor, hangisi uçuruma yanaşmaktan ürküyor, boğa o gün kimi aştı, hepsini ezbere bilmesi lazım. Buna göre sürüyü düzmesi, meraya gidecek yolu çizmesi, diyelim hamile kalma ihtimali yüksek olan ineği sahibine bildirmesi lazım. Memesi şişeni, midesi gaz yapanı şıp diye görmesi ve çok sınırlı imkanlarla hızlı ve doğru müdahalede bulunabilmesi lazım.
Yani yoğun bir beyin jimnastiği. Ama mesai boyu değil aslında. Sürü yayıldığında günün ortası sıkıcıdır, rutindir. İşte o rutinin içinde de elinde iPad olmayınca mecburen hayal gücün gelişir. Planlar kurarsın, kendine hedefler koyarsın. Koyarlar. Cesur bir yapıda olduklarından bu çocuklar sonra hiç ummadığınız yerlerde ve yollarda karşınıza çıkarlar. Parantezi kapatayım, ve benzer bir örneği çok iyi tanıdığım bir insanın üzerinden vereyim.
Adnan Nuri Öney. Müteveffa eşim, kıymetli hayat arkadaşım, İpekim'in babası...
Adnan 1959'da Yozgat Boğazlıyan'da dünyaya geldi. Göçmen mahallesindeki ailede dördüncü ve son çocuktu. Şeker pancarı diken, büyükbaş bakan, bunların sütüyle ve yağıyla geçinen ailenin durumu Adnan'ı ayaklarının üzerine bastığı günden itibaren mücadeleye kilitledi. Bu oldukça iyi.
İlkokul, ortaokul, lise... Gidebildiği kadar. Tarla tapan işlerinden vakit bulabildiği kadar... Olabildiği kadar puanlar, öğretmen şikayetleri, çok sıfırlı karneler derken üniversite sınavına girmiş. Ablasının, eniştesinin ve kendini askeriyeye atmış abisinin desteği ile Gazi Eğitim'de Fransızca Öğretmenliği bölümüne girmiş. Ablası ve eniştesinin evinde kalmış, sonra yurtta kalmış, ilk sınıftan son sınıfa kadar okulda birinci olmuş.
Öğretmenlik fikri ona bir noktada yetmemiş. Sınava yeniden girip bu kez ODTÜ Sosyoloji'ye geçmiş. Bayıldığı, çok sevdiği Fransızcanın yanına bir de İngilizceyi böylece eklemiş. Okuduğu yıllar boyunca Ankara Kalesinde antikacı, halıcı... Hepsinde çıraklık yapmış. Siyasete bulaşmış. Mamak'ta hapis yatmış. Çıktığında bir hocası, bu parlak öğrenciyi dışarıya yollamak için yollar araştırmış. Kanada'da burs bulmuş. Adnan tek bilet ve başka hiçbir şeyle gittiği Montreal'de politika okumuş. Çalışmış, para biriktirmiş, af çıkınca Türkiye'ye, gerisin geri ODTÜ'ye dönmüş.
Doktora yapmayı kafaya koymuş ama bir gelir kalemi oluşturması şart tabii. Halı, antika, bu işleri bilirdi. Nerede satarım derken Kuşadası, Bodrum ve Laleli seçenekleri arasından Kuşadası'nı seçmiş. Limanın girişindeki halıcıda önce çırak, sonra ortak, sonra da patrol olmuş. Oradan kazandığı para ile küçük ama zevkli bir bina yapmış, sonra onun yanına bir başka bina, sonra bir başka bina derken müteahhitliğe de bulaşmış.
Hayatı böylesine iyi ve yolunda giderken karşısına ben çıktım. :) Sonrası bana kalsın.
Bir elin nesi, iki elin sesi derken bir su fabrikasını birlikte kurduk ama. Pek az sermaye, çokça söz ve sadakat sayesinde yaptık. Çok emek verdik, şansımız da yaver gitti ve bu fabrika Ege'de bir numaraya oturdu. Sonra İpek doğdu. Sonra İpek Hanım Çiftliği...
Kişisel, belki çok da güçlü olmayan bir örnektir. Ama bence sahaya alınmış çocukların gücünü ifade edebilmek adına iyi bir örnektir.
Tahsil çok önemli. Fakat lütfen çocuklarınızı tek bir hayatının içine hapsetmeyin. İdealize ettiğiniz yollara çekmeye çalışırken lütfen çok dikkat edin; belki de çok daha başarılı olacakları, tatmin olacakları, mutlu olacakları yolları ve şansları bulmaktan onları mahrum etmeyin. Bu ülkede binlerce yatırımcı, iş adamı, iş kadını varken; onları da sizin çocuklarınızı tanımaktan mahrum etmeyin.
Çizgi bence bellidir. "Better than nothing" denir. Tecrübeye paha biçilemez. Yol yola çıkar, kapılar kapıları açar.
Kahvecide çırak, markette kasiyer, ne olursa olsun... Bir dünyevi tecrübe, bir konuşabilme, iletişim kurabilme eğitimleri olsun. Ailelerinden, yani çocuklarına bayılan, hayran olan, onlarda asla kusur görmeyen ve kıyaslama kabul etmeyen bizlerden uzakta, kendilerini sınayabilmeleri için şansları olsun. Haftasonu olsun, bir basit görev olsun, bir şey yapsınlar. Ne kadar erken olursa o kadar iyi.
"Kölelik mi yani..." benzeri bir yanıtı ben çok kıt buluyorum. Kendilerini tanımalarına, yarın bir gün ortağı olacak arkadaşları ile sıkı bir dostluk kurmalarına, belki yatırımcıları olacak birilerine gözlerindeki ışığı fark ettirmelerine fırsattır bunlar. Koşullar hayallerinizdeki gibi olmayabilir, canı belki sıkılabilir, "bu ne biçim iş" bile diyebilir. "Bu ne biçim iş" dediğiniz yerde, hele gençseniz o işi kusursuz hale getirecek yolları keşfedersiniz.
Fırsat verin. Evet zaman farklı, ama "zaman farklı" ve her sohbette kendilerini göstermeleri gerekiyor artık. Bunun için de piyasada olmaları gerekiyor. Yetenek avcıları gözlerini dört açmış, etrafı her saniye tarıyor. Çocuğunuza önemli yollar açacak bir iş insanı, belki de market kasasında basit bir diyalog kurarken aslında kendine ateş gibi bir yardımcı arıyor. Belki de çocuğunuzun kafasında devrim yaratacak iş fikirleri var, ve bu fikirler 1850'den beri değişmeyen fizik/ kimya müfredatı içinde sönüp kayboluyor. Ziyan oluyor. Zindanları kurmayın. Konforlu da olsa...
Oğlumu anlatsam romandır, kendimi anlatsam bir başka roman olur. Bunlara, samimiyetime inanın.
Kızıma gelince...
İpek 3 sene Floransa'da okudu, evet. Fakat gelin görün, Ataşehir'deki mutfakta üstü başı un ve yağ içinde bütün gün pişiriyor şimdilerde. Elinde çay, saçı başı karışmış ve çok yorulmuş bir halde... Belki denk gelir ve tanışırsınız. Belki çoktan tanıştınız. Çalışıyor. Çalışmak zorunda.
Bu enerjik gençlik, eğer gerçek bir hedefle ve bu yolda emekle harman olmaz ise depresyonun içinde kaybolacak, kayboluyor.
Elaleme verir talkımı şeklinde bir yazı değildir bu, müsterih olun.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
***