Akıl, Bilim ve Atatürk
17. yüzyıl, hatta 16. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı’da ‘Nizam-ı alemin’ ufku kararmaya başlar. Yeni yüzyıl boyunca da bu uğursuzluklar devam eder. Osmanlı orduları artık sınırlarda hırpalanmaktadır...
İlk ciddi ve büyük kaybını da yüzyılın sonunda (1699
Karlofça’yla) yaşar. Ülke aydınları, devlet ricali bu durum
karşısında harekete geçerler ve devlete lahiyalar sunarlar; kusur
ordudadır, ordu yenilenmeli ve küffarın ordusu gibi olmalıdır.
Geçen devre içinde ‘Nizam-ı alemden’ hızla uzaklaşılmıştır ve
süratle ‘eskiye irca’ (eskiye dönüş) olunmalıdır.
Nizam-ı alemin özünü ve esasını teşkil eden Osmanlı ordusu bu
tarihlerden başlayarak 20. yüzyılın başlarına kadar her geçen on
yılda güçten düşer, pozisyon kaybeder, giderek tükenir. Aslında
ordunun değil, Devletin tükenişidir bu... Osmanlı’da nizam-ı alem,
erişilmiş ve korunması gereken durağan bir tepe noktasıdır ve büyük
denge halidir. Burada herşeyin şahikası yaşanır. Başka bir şey
yapmak gerekmez.
Bu nizam aynı zamanda bir fetih nizamıdır. Sistemin çalışması için her gün yeni yeni topraklar fethedilmelidir, bu da savaş demektir. Bunun için de daimi, devamlı ve güçlü bir ordu gereklidir. Orduyu var eden, besleyen, geliştiren de bu iş için oluşturulmuş ‘toprak düzeni’dir. (Tımar) Bu durumda ‘toprak’, ordu için; ‘ordu’, fethetmek için; ‘fethetmek’ yeniden toprk için olup, ‘Daire-i Adalet’in alt yapısı böylece hazır edilmiş olur. Bu ordu bir ‘gaza’ (din yolunda savaş) ordusudur aynı zamanda ve İslamın kılıcıdır. Bütün dünyayı bu şekilde Müslüman yapacaktır! Alemin nizamı budur ve bu şekilde yürüyecektir...
(Çok doğaldır ki, böyle bir nizamın ilanihaye ayakta kalması mümkün değildir. Nizam bu haliyle kendisini tüketecek olan potansiyel tezadını bünyesinde barındırmaktadır. Öncelikle toprak sınırlıdır. Sonrasında sınırlarının yanıbaşındaki böylesi bir yapı Avrupa için bütün tarih boyunca bir tehdit unsuru olmuştur.)
Oysa Osmanlı’nın yanı başındaki dünya (Avrupa) hızla değişmektedir. Eloğlu ‘reform’u, ‘rönesans’ı, ‘aydınlanma’yı yaşamaktadır. Avrupa’da akıl çağı başlamış, ülkeler önlerine akıl ve bilimi koymuşlardır. Osmanlı’nın bu gelişmelerden sanki haberi yoktur. Olsa da işine gelmemiş ya da oralıklı olunmamıştır. Bu çağlarda Osmanlı'nın yaptığı ise bellidir. İnsan beyni ‘Ulemanın’ rahle-i tedrisinde burulmaktadır. Medreselerde akıl yasaklanmış, akli bilimler kaldırılmıştır. Osmanlı insanı, donmuş bir dünya içinde kafasını sanki kuma sokmuş gibidir. Esasen Osmanlı’da halk (insan) yoktur. ‘Hanedanlık’, ‘Yeniçeri’(asker), ‘Ulema’(din ehli, din esnafı) olmak üzere üç yönetim erki bulunmaktadır ve Yönetim, (kavga dövüş de olsa) bu üç erk arasında paylaşılmıştır. Bu üçlemede ‘halk’ yoktur. Halk, biat ehli aciz kullardır. (Düzen, akıllı insanı da zengin insanı da sevmez; bunları hanedanlık için tehlikeli görür ve tehdit unsuru olarak algılardı.)
Pek doğaldır ki, böylesi bir yapıdan ‘akıl ve bilim’ üretimi beklenmez. Bu eşyanın doğasına aykırı olur. Nitekim öyle de olmuştur. Osmanlı, kafasını kuma sokmuş bir konumda, eski nizam-ı alem özlemi ve rüyası içinde yüzyıllar geçirir. Avrupa bu süre içinde gelişip büyür. İlimle, irfanla aydınlanıp, zenginleşir ve Osmanlı’nın hiçbir zaman erişemeyeceği ve baş edemeyeceği bir güç haline gelir. Bu güç, artık bütün dünyayla birlikte Osmanlı’yı da yönetmektedir. Onu kapitalizasyonla biçimler, öncesinde yarı sömürge, sonrasında da sömürge haline getirir. Dünyanın paylaşımı için yapılan ilk büyük savaşta da bu ‘Güç’ – ‘Güçler’ tarafından ipi çekilir.
Osmanlı’dan bize çok büyük bir ekonomik yıkım ve koskoca bir cehalet miras olarak kalır. Ortada ne devlet ne nizam vardır. Hatta egemen güçler, Türk halkını ya asimile (benzeştirerek ergitme) etmeyi ya da geldikleri yere (Asya) göndermeyi planlamaktadırlar.
İşte Atatürk bu yangın yerinden çıkar. Ancak çıkışı akıl ve bilim üzeredir. Bu doğrultuda savaşım verir ve bu savaşın sonunda yine akıl ve bilim üzerine bir devlet ve bir toplum inşa eder. Bu yüzdendir ki, ‘O’ cehaletin, akıl ve bilim yoksunu güruhların, çıkar ve menfaat kodamanlarının en büyük düşmanıdır ve bu hep olacaktır.
Oysa Atatürk Osmanlı'yı hiçbir zaman zemmetmemiştir. Osmanlıyı kendine hedef almamış, rakip görmemiştir. Ona özel bir kini ve intikamı olmamıştır. Kaldı ki, O bir Osmanlı paşasıdır. Onun için cepheden cepheye koşmuştur. Osmanlı için sevgiden ve saygıdan başka bir şey üretmemiştir. Çünkü O da bu yapının bir evladıdır. Onu diğerlerinden ayıran nirengi noktası ‘akıl ve bilim’ olmuştur. Bu dünyayı terk ederken de yegâne mirasının ‘akıl ve bilim’ olduğunu söylemiştir. Çünkü O, Osmanlıda büyük eksikliğini gördüğü ve yaşadığı ‘aklın ve bilimin’ saliki olmuştur. Osmanlı kendi kendini bitirmiş ve tüketmiştir. Bu tükenişte cehaletin günahı çok büyüktür.
Sevgili ‘ATAMIZ’ için yazmış olduğum bir şiirimi, Onun ‘Ölüm Yıldönümü’nde siz sevgili okurlarla paylaşmak isterim.
Onsuz Olmaz!
Onsuz olmaz bu ülke!
Dağından, taşından, toprağından
soyutlayabilir misiniz bir ülkeyi;
havasından, suyundan, esen yelinden,
coşkun akan ırmaklarından?
Çekip koparabilir misiniz bütün bunları,
bir ülkenin coğrafyasından?
İşte O, bütün bunların hepsi!
Ülkenin dağı, taşı, toprağı, esen yeli, rüzgârı...
Ve de ‘insanının’ yaşam pınarı!
O sevgimiz, O idrakimiz, O ışığımız, O yaşam onurumuz:
‘O’ Büyük Atatürk’ümüz!
İnsanlara her şeyi reva görebilirsiniz.
Ama kafalarından idraki, yüreklerinden sevgiyi söküp atamazsınız!
İşte o, insanların kafasındaki ‘İdrak’, yüreğindeki ‘sevgidir’…
Şimdi O, bizlerde yaşıyor tek, tek!
Ve biz, onda nefes alıyoruz tek yürek.
C. Çalımer - Marmaris/2020