Yönetenler, Yönetilenler ve Paradigmalar
İnsan yaşamı boyunca hem yöneten, hem de yönetilen konumundadır. Bu konumlarımız içinde yaşadığımız toplumun bize biçtiği rol ve statüler gereğidir.
İnsan doğduğu anda, gözlerini dünyaya ebeveyninin kolları
arasında açar. Bu halimizle aciz zavallı bir yönetilen
durumundayızdır. İlk yöneticilerimiz de ebeveynlerimizdir!
Kaderimiz onların elindedir. Ancak bu halde; yöneten ve yönetilen
kavramları iç içedir ve her şey SEVGİDE ergimiştir.
Zamanında emzirilmesini, altının temizlenmesini isteyen ya da
gaz sancıları içinde kıvranan bebeğin ortalığı ayağa kaldıran
naraları, yöneten konumundaki ebeveynin elinin-ayağının
karışması için yeterli olur. Kralları, padişahları bile dize
getirir insanoğlunun bu bebeklik naraları…
Ancak bu başlangıç maceramızdan bir yönetim ilkesi çıkar;
“ İnsanları kendi isteklerine ve yasalarına göre yönetmek.”
Gerçek şu ki; “Bebeği, bebeğin yasalarına ve isteklerine göre yönetiriz!”
Bunu bize yaptıran tek bir güç vardır ki, o da: SEVGİDİR!
Şu halde yönetimde özellikle de eğitimde ilk kural şu olmalıdır;
“SEVGİYLE YÖNETMELİYİZ.” (Sevgi bu haliyle bilgiden önce gelir.)
Böylesi bir yönetim anlayışı günümüz gerçekleriyle ve de Yönetim Bilimiyle ne kadar bağdaşır bilinmez ama metafizik sahada bu anlayışı bulmak mümkündür.
Dilerseniz, fizik sahadan biraz ayrılarak Eflatun’un peşine takılıp metafizik sahaya uzanalım.
Eflatun (Phlaton); “En büyük ide ‘iyi’dir, o da Tanrıdır” der. “Bu bakımdan Tanrı en büyük iyidir ve de en büyük yöneticidir. Bu yüzdendir ki, bizleri öncelikle özgür kılmıştır. (Özgür irade) Sonrasında dünya üzerinde bizleri nimetlere eriştirmiştir:
Bire kırk verir altın sarısı başaklar, tek bir ağacın meyvesi bir mahalleye yetişir. Nehirler, göller, denizler bizimdir. Dağlarında, ormanlarında geziniriz özgürce. Pınarlarından buz gibi suları içer, tertemiz havayı ciğerlerimize doldururuz. Ve bunlar için hiçbir bedel ödemeyiz. Ruhumuz, bedenimiz için de öyle. ‘O’ bütün bunları sevgiyle verir ve sevgiyle yönetir.” (Ancak insanlar arasında gücü eline geçiren bunların sahibi olur ve bunları hırs ve tutkuları yolunda yönetir. Bu da insanın düzeni, insanın yönetimidir!)
Aşağı yukarı bütün semavi dinlerde ve benzeri diğer öğretilerde ‘Tanrı’ teması ve sevgisi bu şekilde işlenir.
Aslında insan olarak çok büyük bir zenginliğimizdir SEVGİ. Hal böyleyken, yaşamımızda ve günlük ilişkilerimizde nedense ihmal ederiz sevgiyi. Bu tür ilişkilerimizde, sevgiden ziyade güç, hırs, tutku, haset, giderek kin, nefret ve hatta öç vbg. paradigmalar ve değer yargıları biçimler davranışlarımızı. Güçle hükmeder, güçlü olmak isteriz. çünkü toplumda GÜÇ paradigması geçerlidir ve eylemlerimize bu paradigma yön verir. Peki, bu neden böyledir? Acaba biz soysuz ‘GÜÇ’ün mü, yoksa soylu ‘SEVGİ’nin mi çocuklarıyız?
İnsanlar sevgi içine, sevgi ve şefkatle doğarlar. Annenin memesi çok iyi anlatır bunu. Sevgi özümüzdür, tahakküm eden güç ise toplumsal bir öğreti ve koşullamadır. Kötüyü ve çirkini’ dünyada öğreniriz. Bu paradigma bizlere,”toplum ve düzen” tarafından baskılanarak öğretilen yapay bir paradigmadır ve insanı on bin yıldır pençeleri arasında tutmaktadır.
Denir ki; “Doğa da güç paradigması çalışır. Gücü gücüne yetenindir doğanın yasası. Doğanın bir parçası olarak insanlar arasında da bu paradigma geçerlidir.”
Eğer gerçek böyleyse, insandaki idrak ve farkındalık (bilinç) ne iş görür bu durumda? İnsanı hayvandan ayıran tek şey onun bilinci ve farkında-lığıdır. İnsanı gücü değil, idraki yönetmelidir. İnsanı insan yapacak olan soysuz gücü değil, soylu idraki olacaktır sonuçta.
Diğer yandan, doğada hayvanlar arasında geçerli olan güçle insanların taptıkları ‘GÜÇ’ paradigması arasında anlam ve mana bakımından çok büyük fark vardır. Öyle ki; hayvanlar ‘GÜÇ’ü güç adına kullanmazlar, güç gösterisinde bulunmazlar. Gücüyle diğer insanlara ve diğer canlılara tahakküm etmezler, onları esir ya da köle yapmazlar. Tutku ve hırslarıyla davranmaz, aldatmaz ve tuzak kurmazlar. Kin ve nefretle tutsak edip, işkence etmezler. Onların şiarı avdır, avlanmaktır. Bu da varoluşlarını devam ettirmek ve korumak yolunda bir kutsallık içerir. Ancak insan ‘Güç’ü farklı tanımlar ve farklı kullanır. Adeta bu güce tapar, bu uğurda ölür ve öldürür… İdrakten sıyrılmış bir güç insanın elinde korkunç bir silaha dönüşür. Aman tanımaz. Güç korkak, güvensiz ve bencildir. Gücü kullanan kendini aklamak için doğayı ve hayvanları referans olarak görür ve gösterir, Çünkü işine öyle gelir.
Başlangıçta ne vardı? “Kadın ‘Erk’ ti eksik etek oldu.” İnsanoğlunun 2.5 - 3 milyon yıllık evrim sürecinin bir yerinde farkında-lığa erişip etrafındaki her şeyi isimlendirmeye başladığında İnsanoğluyla onu doğuran” kadın” (Yöneten) arasındaki bu en büyük ilkel içgüdü SEVGİ adını almıştır. İnsanın bu özgürlük döneminde (Altın Dönem) kadın; doğuran, derleyip toparlayan, yol gösteren bir ‘ERK’ti. Çünkü o doğuruyor ve insanları çoğaltıyordu. Kadının bebeğiyle içgüdüsel olarak çok güçlü bir sevgi bağı vardı. Bu bağ kutsaldı ve benzeri duyguların da anlamlandırılmasında insanlara rehber oluyordu.
Klan anaerkil ve ana soyluydu. Demografik süreklilik kadın soyu üzerinden sağlanıyordu Kadın da erkek de özgür birer insandı ve aralarında yöneten, yönetilen şeklinde bir bağ yoktu. Erkekler avcı, kadınlar toplayıcı olarak bir müşterek yaşamı sürdürüyorlardı. Ancak bilinmezlik karşısında korkuları, kaygıları, merakları ve endişeleri vardı.
Çok daha sonraki bin yıllarda insanoğlu yerleşik düzene geçti. Evrimi bunu gerekli kıldı. Arkasından koştuğu hayvanı beslemeye, topladığı tohumu ve meyveyi de üretmeye başladı. Toplulukların bir lideri, bir kralı bir yöneticisi olmuştu ve ‘Din’ kurumsallaşarak toplumu biçimlemeye başlamıştı. Kral, şah, padişah, han, hakan, hükümdar adı her neyse ya tanrı, ya tanrının oğlu, ya da onun yeryüzündeki gölgesi oluyordu. Topluluklarda oluşan artı değerin ve zenginliğin yönetilmesi gerekiyordu. Bu durum sonrasında ‘mirası’ ortaya çıkardı. Tıpkı yönetim erki gibi miras dababadan oğula geçmeliydi. Bu yüzden çocuğun nesebi önem kazandı. Bir anda kadın arka plana itildi ve eve kapatıldı. Çok kadınlı evlilik, aileyi ataerkil temelinde şekillendirdi, giderek kadın önemini yitirdi ve aile yapısı erkek egemen zemine oturtuldu. Yasaklar, günahlar da bu devrede ortaya çıktı. Tanrı, yaratan, günah, sevap, şeytan, melek, cennet, cehennem gibi aşkın kavramlar insan bilincine yerleştirildi.
Böylece bir anda toplumun yarısından fazlası (kadınlar, çocuklar esirler ve köleler) tahakküm altına alındı. Kadınlar üzerinde kurulan bu tahakküm ilişkisi yine kadınlar üzerinden gelecek nesillere aktarıldı. Böylece, yardımlaşma, paylaşma, sevgi ve şefkatin yerini başka bir (paradigma) teslim almıştı. Bu yeni paradigmanın adı ‘GÜÇ’ oldu.
Artık toplumlar ve kalabalıklar bu GÜÇ’ün etrafında birleşerek ona tabi oluyor ya da GÜÇ kalabalıkları esir alıyordu. Toplumda sınıflar oluşuyordu. Kutsal bir kral, hakan ya da hanedanlık ilk soylulardı. Hemen bunların altında tanrıyı egemenliği altına alacak olan ruhban sınıfı oluştu. Gücü koruyan ve kollayan, onun gittikçe korku ve kök salmasına hizmet eden bir ordu ve askeri sınıf şart oldu. Böylece bu sınıflar (yönetenler oligarşisi olarak) kalabalıkların-toplulukların (yönetilenlerin) tepesine oturdu. Altta kalan bu insanlar (kadın, çocuk, serf-köylü-kul-köle v.b) biat ehli olarak tebaa adını aldı. Ve ‘Doğu Despotluğu’nun (Marks’ın deyimiyle kendi halkını yağmalama) kökleri atıldı.
Olayın batı’daki boyutları biraz farklıydı. MÖ: sekizinci yüzyıldan başlayarak, Batı Ege, Yunan adaları, Makedonya ve Giritte küçük -küçük şehir devletçikleri oluştu. Bunların bir kısmı krallıkla yönetilirken bazılarında da halk yönetimi denen doğrudan demokrasi uygulanıyordu. Ancak demokrasi sınırlı ve seçkin bir elit zümre arasındaydı.(Kadınlar ve köleler vatandaş sayılmıyordu.) Sınırlı da olsa, yönetenler ve yönetilenler aynı amaç doğrultusunda baş başa vermişlerdi. Akıl ve bilimden hatta felsefeden büyük ölçüde yararlandılar. İnsanlar senenin belli günlerinde devlet yönetimine katılıyorlardı. Yönetilenler yönetenler hakkında edindikleri bilgileri paylaşıyor, kötü yöneticileri ülke sınırları dışına sürgün ediyorlardı. Sonrasında bu kültüre Roma-Bizans imparatorluğu sahip çıktı. Daha sonraları da Fransız Devrimiyle tüm Batı sahiplenecekti.
İnsanlık, ortaçağda bin yıl süren uzun ve karanlık bir dönem yaşadı. İnsanlığı bu karabasandan idraki (aklı ve bilimi) kurtardı. İnsanlar Reformu, Rönesans’ı, aydınlanma (humanizm)’yı ve endüstrileşmeyi yaşadı. Ancak Güç paradigması pek değişmedi. İnsanlar keşfettikleri yeni coğrafyalarda halkları köleleştirdi, ülkelerini sömürgeleştirdi. En büyük hak, en yüksek adalet GÜÇ’tü.
Nihayet, “Eşitlik, kardeşlik, özgürlük” adıyla Fransız İhtilal’i yönetilenlerin (köylü ve şehirli-Burjuva) yönetenlere (Asiller ve Ruhban sınıfı ) karşı büyük zaferi oldu. Ancak, çağlar boyunca kadının durumu hiç değişmedi:
Kadın bütün tarih boyunca ve bütün insan topluluklarında istismar edildi, kullanıldı, alınıp satıldı, işkence ve mezalim gördü. Eski Babil’de, Asur’da, Persiya’da, Yahudiye’de, Eski Mısır’da, Arabistan’da ve Eski Yunan’da kadın hep ikinci, üçüncü sınıf insan oldu. Alınıp satılır bir meta, erkek cinsin kölesi, cariyesi, kuması, ve zevk aracı oldu. Arabistan’da kız çocuklar tanrıların cezası, gazabı olarak görüldü ve diri diri toprağa gömüldü. Yahudiye’de recm cezası sadece kadınlara uygulanıyordu. Erkek boşayabiliyor, kadına bu hak verilmiyordu. Hatta eski Yunan’da Aristotales bile doğada geçerli olan ‘güç paradigmasını’ esas alıyor; erkek güçlü olduğu için kadını onun yönetmesi gerektiğini söylüyordu. Platon’un, “Kadınlar devlet yönetiminde yer almalıdır.” önermesi ise onun platonik eseri olan ‘Devlet’ adlı kitabının tozlu sayfaları arasında kaldı. Budizm’in kurucusu Buda bile; ilk başlarda kadınları dinine kabul etmemiştir
Bu gün hala kadın bu mezalimden, bu onursuzluklardan, erkeğin ona izafe ettiği tanımlamalardan ve biçtiği rolden izler taşımaktadır. Bu gün kadın hala ezilmekte, şiddet görmekte, itilip kakılmakta ve istismar edilmektedir. Kadın en doğal hakkı olan seçme ve seçilme hakkını bile ancak yirminci yüzyılın ortalarında elde edebilmiştir.
Gezegenimize ve insanlığa bu gün hala bu güç paradigması hükmetmektedir. Güç artık el değiştirmiş, endüstrileşmeyle birlikte Sermaye (Zengin) sınıfının eline geçmiş ve giderek tekelleşmiştir. Sermaye semirip büyüdükçe dünya küçülmüştür. Globalleşen dünyaya bugün giderek insanlığı boyunduruğu altına alan ve güce tapan bir sistem ve bir avuç Kapitalist egemendir.
Hegel, zamanın bir ruhu (Zetgest) olduğundan söz eder;
“Zamanın ruhu, bir anlamda (…) bizi kendi gerçekliğine tabi olmaya çağıran yeni bir idrak biçimine işaret etmektedir.”
Mağara kovuğundan uzayın boşluğuna erişen İnsanoğlunun, insan olma yolunda, binlerce yıllık evrimi bu güç paradigmasını mutlaka galebe çalacaktır. Bunu da yine; İnsanın soylu ‘İdraki’ gerçekleştirecektir.
Ekim 2020 – Marmaris