Ben 'Burda' Sen Korkma!
İstanbul Boğazı’ndan geçen yük gemilerini seyre dalarsınız ama sanmam ki düşündünüz bugüne kadar nereden gelir nereye gider, içindeki denizciler nasıl insanlardır uzun süren seferlerde canları hiç sıkılmaz mı, evini, ailesini, sevgilisini düşlemez mi?
Eğitimlerini alıp (Örneğin İTÜ Denizcilik Fakültesi) çıkarsınız
köprü üstüne, hatta belki de genç kızsınız, hayaliniz master yani
süvari olmak, önce ‘Deck Officer’ (Güverte zabıtı), sonra ‘Chief
Officer’ (İkinci kaptan) iyi de para kazanırsınız. İster Türk
bayraklı ister yabancı ülke bayraklı gemilerde… Düşünün Cebelitarık
Boğazı’ndan geçmişsiniz karşınızda ufuk çizgisine yakın koca bir
yuvarlak kırmızılık... Güneş batıyordur okyanusun derinliklerine,
varacağınız limanı düşünerekten ya da kuzeye yönelmişsiniz
Kontinanta, kuzey denizlerine, yokuş çıkıyor hissine bile
kapılabilirsiniz ilk seferinizde…
İçinde bulunduğunuz ticari gemi çeşitli boyutlarda çeşitli
özelliklerde olabilir. Uzun seferler, bir ay sonra ilk liman ya da
iki üç günde bir ayrı bir liman ayrı bir kültür, renkli dünyalar…
Kim bilir belki de bir balıkçı gemisi yönetiyorsunuz, balık ve
konserve uzmanı olarak, belki de balina avındasınız (Keşke
avlanmasa!)
Bugün bir anımı paylaşmak istedim, tutulan balıkları gemide
konserve yapan tesise sahip bir balıkçı gemisi ve de özellikle gemi
personeli ile ilgili…
Bir balıkçı gemisi gelip İstanbul’un uygun bir yerinde
demirleyecek ve her sabah yerel balıkçı motorları o gece tuttukları
balıkları bu gemiye teslim edeceklerdi.
80’li yılların başları… Bulgar bayraklı gemi Paşabahçe’de kıçtan
kara yanaşmış, motorlar geliyor sabahleyin balık yüklü, balıklar
kontrol ediliyor, eğer tutulduktan sonra 6 saati geçmişse, konserve
yapımına uygun görülmeyip geri gönderiliyordu. Gemi personeli hem
denizci hem de balıkçılık uzmanı idi.
Gemi yaklaşık üç ay kalmıştı Paşabahçe’de, sadece bir kere yükünü
boşaltmak için Bulgaristan’a gitmiş ve tekrar boş olarak geri
dönmüştü. Gemi personeli o kadar cana yakındı ki, onları hemen her
gün ziyaret etme ihtiyacı doğurmuştu bende... İlerleyen günlerde
gemi kaptanı, çarkçıbaşı ve elektrik zabıtı ile harika bir
beraberliğimiz başlamıştı.
Gemiye her gittiğimde kaptanın ilk sorusu “Bugün hangi balık
yemek istersin?’’ olur ve hemen denize dalar değisik renkler ve
büyüklükte bir balıkla geri dönerdi. Yanında kaskaval peyniri, kara
ekmek, havyar her daim soframızda olurdu… Elektrik
zabıtı çok güzel İspanyol gitarı çalar, her üçü de kaptan,
çarkçıbaşı ve elektrikçi hepimizin kulaklarının aşina olduğu
İspanyol ve Rus şarkıları söylerdi. Sonraki günlerde onları
Polonezköy dahil çok değişik yerlere götürmüştüm. Hatta bir
keresinde bir müzikholde sahneye çıktılar ve çalışma teklifi bile
almışlardı.
Her zaman final şarkıları kalinka, coşulurdu.
Bir keresinde, yine bir yerden dönüyorduk, gecenin ilerleyen saatlerinde beni evime bırakmak istediler. Kapının önünde serenada başlamışlardı ben içeri girerken, önce “Ne oluyor bu saatte?” sesleri yükselmişti etrafta ama sonrasında binadakiler ve hatta komşular zevkle iştirak etmişti bu müzik ziyafetine.
Aradan 25 yıl geçmişti. Yine baharın başlangıcında, bir pazar sabahı evimin çalan telefonunu açtığımda, bir ses bana ‘’Sizin telefonunuzu bulana kadar bizi uğraştıran, hatta ülkesinde konsolosluktan sizin telefonunuzu öğrenmek için uğraş vermiş olan eski bir gemici var, sizinle aynı gemide çalışmış olduğunu söylüyor.” gibisinden bir şeyler söylerken hafızamı geçmiş günlere odaklayarak sorduğum birkaç soru sonrasında ‘’Ver bakalım konuşayım.’’ dedim.
Telefonda önce şarkı söyleyen bir ses duydum, Rusça, İspanyolca bir şeyler mırıldanıyordu... Evet üçlüden çarkçıbaşıydı. Konuştuk Teodosi Stefanov ‘la uzun uzun... Görmek istedim hemen kendini ama vakti yoktu. Yola çıkarken telefonunu bıraktı ve telefonu kapatırken “Ben burda sen korkma.’’ dedi son olarak ‘Hoşça kal’ yerine…
Sonraki yıllarda Teodosi Mihailov Stefanov İstanbul’a geldi
ve buluştuk kendisi ile…
Kaldığı otelin kapısında renkli ceketi, denizcilere has duruşu ile
hemen fark ettim onu… Aynı anda birbirimizle göz göze geldik ve 27
yıllık özlemini çağrıştıran bakışları ile gülümseyiverdi bana, aynı
anda benim gözlerim de sevinçli bir tebessümle cevap verdi. Sıkı
sıkı sarıldık birbirimize…
‘Nasılsın?’dan sonra ilk sorum “Kaç yaşındasın?’’ oldu. “Yetmiş’’ dedi ama bir delikanlı diriliğinde karşımda duruyordu. Kuzguncuk Sahili’nde bir restoranda daldık okyanus ötesi sohbetlere. Aynı zamanda balıkçılık eğitimi de almış olan Çarkçıbaşı Teodosi anlattı yedi denizlerdeki balıkçı gemilerinde geçen serüvenlerini… ‘’Yeniden doğsam yine Kuzey Denizi’nin devasa dalgalarıyla boğuşmak, o heyecanları yaşamak için denizci olurum.’’ diyordu. Hiçbir şeyden korkmamıştı ama ‘O balinalar yok mu, çok ürkütücü idi…’ diyordu hatta ‘Bulunduğum gemilerden bile büyüktü.’ diye ilave ediyordu.
Doyumsuz sohbetimizin sonlarına doğru yavaş yavaş tatlı nağmeler başlamıştı sözcüklerinde; ”Bak’’ dedi “Sana senin sevdiğin şarkılardan birkaç tanesini söyleyeceğim şimdi.” Aradan geçen çok uzun yıllara rağmen unutmamıştı sevdiğim melodileri ve birkaç parça mırıldandıktan sonra iyice açıldı. Giderek gözleri doluyordu, ağlamaya başladı… Kim bilir o söylediği şarkılar ona hangi özlemlerini, yaşadığı hangi güzel günlerini anımsatmıştı… Özlediği belki de kendi gençliği idi.
Ayrılırken “Gel” dedi “Gel, Golden Sands Sozopol’da iki evim var, birinde sen kalırsın eşinle birlikte, yazın birlikte zamanı paylaşırız.” Birbirimize ‘’Keep in touch’’ (Temasta kalalım) sözü verip vedalaştık güneşli bir ilkbahar İstanbul’unda...
Hala daha devam ederiz görüşmelerimize. Sozopol’e de gittik çok güzel zamanlar paylaştık ailelerle birlikte. Marmara’da yoğun yağmur, İstanbul’da sel haberi duysa hemen arar beni Bulgaristan’dan , “Sen nasılsın?’’ diye sonra da “Ben burda sen korkma’’ der ve “Siga siga” melodisini söyleyerek kapatır telefonu. Gönderdiği yazılarda da her daim ‘My brother’ (Kardeşim) diye hitap eder.
Denizcilerle dalarsanız sohbetlere okyanusların derinlikleri kadar anlatacakları vardır size ve kendinizi billur maviliklerde hissedersiniz. Sevgidir güzel olan, sevgi vermek, biriktirmek sevgi dolu dostlukları, doyulmaz muhabbetleri…