Ağustos Böceği ile Karınca
Bilindiği gibi Ağustos ayı yaz mevsiminin en sıcak aydır. Bu yıl da böyle, sıcak her şeyi esir almış, tüm canlılar bir yerlere sığınmış. Ağustos böceklerinin yoğun, devamlı ve kendine özgü çığlıkları olmasa insan yaşam durdu sanacak.
Cır-cır böceği olarak da tanıdığımız bu böcekler, sıcakların
bastırmasıyla ortaya çıkar ve haklı olarak Ağustos böceği adını
alırlar. Ağustos böceği denince nedense, La Fontaine’in çocukluk
dönemlerimizden itibaren belleklerimize kazınmış o ünlü ‘Ağustos
Böceği ile Karınca’ masalı anımsanır. Bu ünlü masalda, karıncaların
çalışkanlığından ve çalışmanın erdeminden dem vurulurken,
çalışmayanların durumu; bütün bir yaz boyunca durmadan şarkı
söyleyen, zamanını zevzeklik ederek geçiren, kış olunca da
karıncaya muhtaç olan ve ondan yiyecek dilenen bir zavallı ağustos
böceğine benzetilir. Ağustos böceğinin elinde viyolasıyla
karıncanın kapısındaki süklüm püklüm halinin resimlemesi hala
gözlerimin önündedir.
Acaba gerçek böyle midir? Her ne kadar masal bu dense de
kanaatimce; La Fontaine, bu masalında ağustos böceğine haksızlık
etmiştir. Bir kez bu böcekler yedi-sekiz yıllık ömürlerinin önemli
bir kısmını toprak altında geçirirler. Yaşamlarının son demlerinde
ağaçlara çıkarlar. Bu evrede dört haftalık bir ömürleri kalmıştır.
Onu da eş bulup çiftleşmeye ayırarak türünün devamını sağlarlar.
Esasen bu sesleri erkek böcekler çıkarır. Gövdelerinin altındaki
bir keseciğin kasılıp genişlemesiyle ne kadar tiz ve güçlü bir ses
çıkarırlarsa eş bulma şansları da bir o kadar yüksek olur. Ağustos
Böceği bu görevini tamamladıktan sonra kışa çıkamadan ve karıncaya
muhtaç olmadan ömrünü tamamlar.
Bilindiği gibi Jean de La Fontaine ‘Hümanizma’ (akılcılık) çağının insanıdır. 1621-1695 yılları arasında yaşamıştır. Eserlerinin çoğunluğunu fabl şeklinde yazmış ve ‘kötüyü göstererek iyinin ne olduğunu’ anlatmaya çalışmıştır. Şüphesiz ki, La Fontaine bu masalında ‘çalışmanın gereğini ve erdemini’ gözler önüne sermek için zavallı ağustos böceğini kötü örnek olarak seçmiştir. Sonuç olarak, çalışmak ve biriktirmek iyidir ve erdemliliktir. Bu durum,tam da bu devrede Avrupa’da kök salan ‘Protestan Ahlâk Anlayışı’nauygun bir davranıştır. Bu ahlâk anlayışı; sorup, sorgulamayı ve akılcılığı önceleyen bir kavrayış ve davranışlar bütünüdür. Maks Weber, ‘kapitalist sistemin’ bu ahlâk anlayışının üzerinde yükseldiğini söyler. 18. yüzyılın ortalarından başlayarak günümüze dek süren ve bugün içinde yaşadığımız ‘kapitalist sistem’in felsefi yapı taşlarını bu ahlâk anlayışı oluşturur.
Çalışmak, biriktirmek ve zengin olmak. Bu anlayış Batıda yeni bir sınıfın doğmasına önayak olmuştur. Giderek zenginleşen kent soylu, entelektüel bir tabaka olan ‘burjuva’ sınıfı… Sömürgecilikle daha da zenginleşen bu güçlü sınıf, sermayenin teknoloji ile buluşmasını sağlayarak Batı’da ‘endüstri devrimi’ni başlatmıştır. Endüstrileşmeyle birlikte bir yandan dışarıda sömürge halkları sömürülürken, içerde de çalışanlar makinelerin bir parçası haline getirilmiştir. İşçiler çoluk çocuk fabrika köşelerinde yatırılıp kaldırılarak günde 19-20 saat çalıştırılmıştır. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Sümer’de, Babil’de, Eski Mısır’da, Çin’de insanlar iradeleri dışında hep çalışmış ve çalıştırılmıştır.
Oysa ünlü İngiliz Filozof Bertrand Russel, “İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamaları için günde iki-üç saat çalışmalarının yeterli olacağını, bunun ötesindeki çalışmaların nemasının sistem gereği yukarıda bir yerlere gittiğini söyler.
Çalışmak erdem midir? Bütün kadim öğretiler ve semavi dinler çalışmanın erdeminden dem vurur.Diğer yandan “Çalışmak özgürlüktür” der bir Alman özdeyişi ve bu söz, bir ironi olarak, Auschwitz Esir Kampının giriş kapısına konmuştur.
Acaba insan gerçeği bu mudur? İnsan doğası çalışmaktan pek hoşlanmaz. Doğada da böyledir bu. Bir yılan bir tavşanı yuttuğunda günler boyu ortalıkta görünmez. Karnı tok olan bir aslan antilobun suratına bile bakmaz. Özünde insanlar için de bu böyledir.Böyle olmalıdır. Dur durak bilmeyen bir çalışmanın esiri edilmemelidir insan. Ancak düzen çalışmayı kutsar, erdemli kılar ve bu yolda beyin yıkar. Böylece insanlar, çalışarak yarattıkları ‘artı değer’ için iğdiş edilirler.
Çalışmanın nesi, neresi özgürlüktür? Sabahın kör saatinde sıcacık yatağından kalkıp trafikle boğuşmaya, gün boyu istemediğin bir işi yapmaya, hiyerarşik bir boyunduruk altında bunalmaya ve evine yorgun savaşçılar gibi dönmeye hangimiz özgürlük diyebilir?
Kanaatimce çalışmanın kutsiyeti ve erdemi yoktur. Erdemli olan şey başkasına muhtaç olmamaktır. Bunun için de ölesiye çalışmanın gereği yoktur. Ancak bu günkü toplumsal yaşamda hiçbirimiz kendimizin değilizdir. Kendimizi değil, ‘düzenin bizden olmamızı istediği insanı’ yaşarız. Bu yüzden çocukluk yaşlarından itibaren karıncanın ırgatlığı erdem, ağustos böceğinin kendini yaşaması ise erdemsizlik olarak anlatılır bizlere.
Sonuçta sistem, gereğinden fazla üretim ve gereğinden fazla tüketim mekanizmasına dönüşür ki, bu durum insanı da doğasını da tüketir. Gardıroplarımız kolumuzu bile sokmadığımız giysilerle doludur. Gereğinden fazla yer içer hastalıklarla boğuşuruz. Günümüzdetoplumsal başarı, her alanda yüksek tüketim ile özdeşleşmiştir. Tüm insani ilişkiler, sevgi, aşk, dostluk ticareti yapılabilen birer nesne olmuşlardır.
Çalışmak güzel bir şeydir. Ancak ne için ve kimin için çalışmak daha önemlidir. Bu yüzden haris ve aç gözlü bir imparatorluğun onulmaz ve kurgulanmış ırgatları olan ‘karıncalar’ gibi olmak yerine ağaçlarda özgür ve kendinin olan ‘ağustos böcekleri’ gibi olmak, yaratılış olarak bir şaheser olan, zengin bir ruh dünyasına, yaratıcılığa, esteti ve güzelliğe sahip bulunaninsan doğasına daha uygun olsa gerektir.
Kanaat ve muradımız odur ki; gelecekteki dünyamızda çalışmak bilişim ve teknolojinin işi olacaktır. Yeterli derecede beslenen ve özgür dünyalarında mutlu edilen insan topluluklarında insan özüne dönüp kendini yaratacak ve kendinin olacaktır. İnsana yakışan da budur.