Sevgi mi yüce, katlanmak istemediğin acı mı?
Adam, dünya ve dünyalıkla ilgili ne varsa her şeyin hesabını dürmüş, sahil kasabasındaki bu balıkçı barınağına sığınmıştı. Gecesi de gündüzü de aynıydı adamın. Kulübesini aydınlatan isli idare lambasının kör ışığı ne ise, dünyayı aydınlatan güneş de aynıydı onun için.
Yaşam denen şeyin hiçbir anlamı kalmamıştı. Her şey saçmalıktan
ibaretti. Sanki ipin ucundaki bir kuklaydık, istenildiği gibi
oynanıyordu bizimle.
Dışarıda hava uğulduyordu. Sahildeki balıkçı kulübesinin derme
çatma bedeni, öfkeyle esen rüzgâra her defasında lanet
yağdırırcasına homurtulu sesler çıkarıyordu. Yıldızlar
ürkmüş, her biri bir deliğe saklanmıştı; gökyüzü sonsuzluğa dökülen
karanlık bir kuyu gibiydi. Deniz, bütün hiddetiyle öfkesini
sahildeki kayalardan alıyor ve kayalar her defasında inim inim
inliyordu.
Adam hayli yorgun olmasına rağmen kulübesindeki kerevetinde uyumakla uyumamak arasında gidip geliyordu. Bu her geceki haliydi; uyumak istiyor ancak uyuyamıyordu. Uyanık kalmaksa katlanmak demekti. Oysa adamın, katlanacak ne hali ne mecali vardı. Adam uzanmış olduğu kerevette içi geçmiş bir haldeyken derinden gelen bir sesle irkildi. Ses; “Kalk! Kalk ve istemediklerini geri ver.” diyordu. Adam, yanlış mı duymuştu, yoksa bir sanrının içinde miydi? Sese kulak kesildi; ses kafasının içinde yankılanıyordu; “İstemediklerini geri ver!” Adam tam bir trans halindeydi; uykusunun içinde bilinç dışı bir halde benliğini esir alan bu sesle konuşmaya başladı:
- Esas sen istediklerimi geri ver. İstediklerim elimden
alındıktan sonra istemediklerimin ne anlamı olabilir ki?
- Hiçbir şey senin değildi. Hepsi sana verildi!
- İsteyen ben olmadım; neden verilir, neden alınır anlamış
değilim!
- Özgür irade…
- İstememek iradem yok ki, özgürlüğü olsun. Yokluğun özgürlüğü ile
özgürlüğün yokluğu arasındayım ya da yokluk da olmak gibiyim,
olmamak elde değil.
- Var olmak özgürlüktür, katlanmak da bedeli. Katlanmamak da
elinde…
- Peki neden?
- Onu sen kavrayacaksın!
- Depremde karım ve üç çocuğum yerin dibine geçti. Hele ki üçüncüsü
anasının karnında bir cenindi, dünya yüzü bile görmedi. Nasıl
katlanılır ki buna?
- Sevgi!
- Evet, sevgim olmasa, tasam da olmazdı.
- İster miydin sevgisizliği? Karının ve çocuklarının sevgisi mi
yüce, katlanmak istemediğin acı mı?
Adam, bir an dondu. Yatağında doğruldu. Bu ses neyin nesiydi? Rüya mı görmüştü, yoksa kendisine bir mesaj mı verilmişti? Beyni alt üst olmuş, kafası karışmıştı. El yordamıyla kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Derin bir nefes aldı. Deniz uğulduyordu. Dalgalar köpük köpük ayaklarının dibine kadar gelip gelip, geri çekiliyorlardı. Deniz, sanki onu çağırıyordu. Adam karanlığın içine doğru şuursuzca yürüdü. Yer, gök el ele vermiş karanlıkta bütünleşmişlerdi; sanki adamın ruhuna eşlik ediyorlardı ve son cümle adamın kafasında bir ok gibi sallanıp duruyordu; “Sevgi mi yüce, katlanmak istemediğin acı mı?”
Adam bu düşünce yoğunluğu içinde denize doğru yürürken, karanlığın içinden gelen bir köpek havlamasıyla irkildi. Bir an sese kulak kesildi. Evet, bu onun sesiydi; köpeği Kurt’un sesiydi bu! Köpek gecenin içinden çıkan bir kurtarıcı gibi adamın üstüne atıldı. Bir sevgi yumağı olup, kuyruğunu sallayarak adamın ayaklarına yumuluyor, ayaklarını bırakıp bedenine atılıyor, iki ayağının üzerinde dikelerek adamın yüzünü gözünü yalıyordu. Adam, bir anda yaşamın içinde buldu kendini. Kalbinin derinliklerinden çıkan bir şerare göz pınarlarında yaşa dönüşüyordu. “Sen neredesin? Günlerden beri seni arıyorum, aramadığım yer kalmadı.” diyerek, köpeği sevgiyle bağrına bastırıyordu.
Köpek, gerçekten bir kurt kırmasıydı. Genç ve sağlıklı bir erkekti, eline doğmuştu. Hayvan kızışmıştı ve on gündür ortalıkta yoktu. Adam onu deliler gibi her sokakta, her köşede aramış; denize, rüzgâra sorar olmuştu. Birlikte gecenin karanlığından ve ayazından sıyrılıp yaşamı paylaştıkları kulübelerine sığındılar. Birbirlerine sevgi dolu gözlerle bakıyorlardı.
Adam, “Seni gerçekten sevmişim, şimdi daha iyi anladım. Sen benim her şeyimsin, beni yaşama bağlayan sensin, seni deliler gibi aradım, yokluğuna yandım.” diyerek ağlıyordu. Küçük kulübelerinde, kendini zor aydınlatan idare lambasının kör ışığında, adama sevgi dolu gözlerle bakan köpek de ağlıyordu. Adam köpeğin ağladığını görünce, “Sen bir insan gibi ağlıyorsun!” diyerek, hayretini gizleyemedi.
Adam, o an ruhunun derinliklerinde sevginin yüceliğini duyumsadı. Karısının ve çocuklarının sevgisini yudum yudum yeni baştan yaşadı ve sevgide içselleşerek içi huzurla doldu. Demek ki sevgi evrensel bir şeydi. Hatta evrenselliğin ötesinde bir varoluş gereğiydi. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, böcekler hatta ağaçlar ve çiçekler bile bu varoluş yapısının içindeydi. Sevgi bu haliyle zamanı ve mekânı aşıyor, sonrasızlığa bürünüyordu. Soyut, somut tüm âlemlerin güneşiydi sevgi ve tüm canları sarıp sarmalıyordu. Adam şimdi büyük bir idrakin doruğunda, sevgi için sevgiyle ağlıyordu…
Sonrasında adam ve köpeği birlikte kerevete uzandılar ve bir süre böyle kaldılar. Adam için gün çok uzun olmuştu. Ancak tüm dünya mihnetini sırtından atmış, huzuru yakalamıştı; kendini adeta ağırlıksız hissediyordu ve kısa bir süre sonra, huşu içinde derin bir uykuya teslim olmuştu. Gecenin ileri saatlerinde bugüne kadar hiç deneyimlemediği bir iç kabartısıyla sarsıldı; sanki içi dışına akıyordu ve bütün varlığı gözlerinin önündeydi. Yatağında doğruldu; şuuru açık, bilinci yerindeydi. Sanki soyut bir âlemdeydi. Bir anda odanın karanlığı yarıldı; etraf parlak bir ışıkla doldu. Hemen gözlerinin önünden başlayarak boşluğa, sonsuzluğa akan bir ışık kolonunun üzerindeydi. Buradan her yeri ve her şeyi görebiliyordu; işte oradaydılar!
Günün ışıkları yeryüzüne henüz yeni ulaşmış ve kulübenin karanlığını alacaya çevirmişti. Köpek, kerevette adamın elini yüzünü yalıyor, için için ağlıyordu.
Mayıs 2022, Burhaniye / Ören