Kule-dibi ve palyaço
Mevsim kış olmasına rağmen yazdan kalma bir Çarşamba sabahı. Her taraf aydınlık, pencereyi açar açmaz bahçedeki mimoza sarıçiçekleriyle selamlıyor günümü. Güzel bir “Çarşamba” olacak diye geçiriyorum içimden!
Son zamanlarda Çarşamba günlerinin özel bir yeri oldu yaşamımda.
Çarşamba günlerini haftanın diğer günlerinin içinden çekip alarak
bir görev yükledim kendisine; “Çarşamba Turları” diyerekten.
Haftanın bu gününde, kahvaltımı yaptıktan hemen sonra, fotoğraf
makinemi alarak, kendimi İstanbul’un sokaklarına atar oldum. Bu
günlerde söyleşiyoruz, sevişiyoruz onunla. Birlikte bol bol resim
çekiliyoruz. Eski günlere; çocukluğuma, gençliğime gidiyoruz
birlikte.
Bu Çarşambayı Kule-dibine ayırdım; Kule-dibi, Galata Kulesi ve
Şişhane semtleri var programımda. Çocukluğumun geçtiği mekânlar
buraları. Çocukluk ve gençlik yıllarımla buluşmak için gideceğim
buralara.
Vapurla Karaköy’e geçiyorum, buradan da tünele. Tünel’den, Galip Dede caddesinden aşağı ineceğim Yüksek kaldırım’a doğru. Tünel’den Karaköy’e inen ya da Galata’dan Pera’ya çıkan; oldum olası hareketli, bir yokuştur burası. Galata semti adını bu yokuştan alır. Bilindiği gibi burayı Cenevizliler kurmuştur. II.Mehmed'in İstanbul'u fethinden önce bir Ceneviz kolonisi olan bölge, Osmanlılara barış ile teslim edildiği için geniş ölçüde ayrıcalıklar tanınmıştır ve bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar devam etmiştir. Semti çevreleyen surlar 19. yüzyılda yıkılmıştır. Daha öncesinde semt Romalıların yönetimindedir Muhtemelen o dönemde de önemli bir yerdir burası. 6.yy'da Roma imparatorlarından Jüstinyen Galata'yı düzenlemiş, 13.yy'da ise burada bir Ceneviz (Cenova) kolonisi kurulmuştur. Cenevizlilerin yerleşmesiyle beraber Galata, Roma İmparatorluğu'nun denetiminde özerk bir bölge haline gelmiştir. Esasen Galata’ya Galata ismini veren Cenevizliler olmuştur. Cenova'da "Galata" ismi ile anılan bir semtte mevcuttur. Galata ve çevre semtlerinin tümü, Cenevizlilerden kalma adlardır ve "Galata" adı da İtalyancada 'inme, iniş, meyil' anlamında 'Calata'(okunup söylenişi: Kalata) dan gelmektedir. Bu yokuş sizi Pera’nın başından (Tünel Meydanı) Karaköy’e (liman) indirir. Yokuşun orta yerinden Galata Kulesine ve Kule-dibine geçilir. Buradan da Şişhane’ye çıkılır. Çocukluğumda yokuşun bu girişinde bir sinema vardı ismi ‘Alsancak’ sinemasıydı. Bu sinema çocukluğumuzun önemli mekânlarından bitiydi. Sinemaya otuz beş kuruş vererek sabahtan girer akşama kadar otuz iki kısım tekmili birden kovboy, (Roy Rogers) Tarzan, (Jhon Weismüller) ve Şozem (uçan adam-baytekin) filmlerini seyrederdik. Sonrasında dışarıda bunları taklit ederdik. Kimimiz ‘Beyaz adam’, kimimiz ‘Kızılderili’ kimimiz ‘uçan adam’ (şozem) olurduk. Bir keresinde Tarzan’ın “Çita”sını (şempanze) taklit etmeye kalkışmıştım. Birbirine çattığım dört ince çitaya bir bez gererek evimizin önündeki sundurmanın damına çıkmıştım. ‘Çita’ gibi havada uçacaktım bununla! Rahmetli anam son anda fark etmişti işin vahametini çığlıklar ataraktan.
Sinemayı geride bırakarak Galata Kule Meydanına giriyorum. Kule bütün heybetiyle meydanı kaplıyor. Bir zamanlar İstanbul’un en yüksek yapısıydı. (Beyazıt Yangın Kulesinden sonra.) Dibinde durup kulenin tepesini görmeye çalışırdık; kafalarımız arkaya düşerdi; “Uff anam, amma da yüksek, elli metre!”(gerçek yüksekliği 69.90 Metre) diyerek ıslık çalardık. Bugün de heybetinden bir şey yitirmemiş en heybetli yapısı meydanın. Ancak çevre değişmiş hep iyi, pejmürdeliği kaybolmuş çevrenin. Fransız bulvar kafeleri ya da İtalyan kafeteryalar serpiştirilmiş etrafına. Birkaç bank konmuş, insanların oturması için, çevre düzenlemesi yapılmış. Pek de fena olmamış. Zemin parke taşla döşenmiş ta şişhaneye kadar. Arnavut kaldırımı olduğunu bilirim bu yolun, sonraları asfalt kaplandı. Şimdilerde granit parke taşı. İyi de olmuş. Ne de olsa tarihi mekân buraları.
Çocukluğumuzda sıkça gelirdik buralara, kulenin etrafında oynaşırdık. İçeri girip merdivenlerden yukarı çıkardık. Geniş tahta merdivenleri vardı. Birer ikişer çıkarken gacırdarlardı. Ortadaki boşluktan hep korkardık. Hayal dünyamızı tetiklerdi o karanlık koca boşluk. Korsanlar, hayaletler görürdük, gözü, kulağı dökülmüş insanlar, kurukafalar. Belki de kulenin tarihinden kopup gelen, kulaktan kulağa geçerken hurafeleşmiş ve masallaşmış gerçeklerdi bunlar. Kulenin bekçisi hep etrafımızda olurdu. Bütün hareketlerimizi izlerdi, hele yukarı çıktığımızda! Camın arkasından, dışarıya çıkmadan seyrederdik İstanbul’umuzu 360 derece.
Buranın sakinleri kahir ekseriyetle Musevi vatandaşlarımızdı. Yahudi derdik onlara, arkadaşlarımız vardı aralarında; Memolar, pepolar, Elizarlar, Viktorlar, Bohorlar... Ağızlarında kırık dökük bir İspanyolca vardı.(Ladino: 15. yy. İspanyolcası) Yahudice derdik buna. Biz de öğrenmiştik sayıları, birkaç da kelime; aklımda kalanı ise; “lonso lonso grande”.
Bu bölgede oturanlar esasta, İspanya’dan kopup gelen Safarad Yahudileriydi; küçük esnaf ve seyyar satıcıydı ekseriyeti. Aralarında manifaturacı, eskici, berber, kasap gibi dükkân sahibi olanlar da vardı. Avrupa’dan kopup gelen Eskinaz Yahudiler ise Şişli’de, Bomonti’de, Beyoğlu’nda yaşardı. Bunlar okumuş, aydın ve zengin Yahudilerdi. Genelde Doktor olurlar, deri, kürk, sarrafiye v.b. ticaretle uğraşırlardı. Her iki kesim nedense birbirini sevmezdi, birbirlerinden kız alıp vermezlerdi. Hatta Havraları (Sinagogları) bile ayrıydı. (Şişhane’deki Neve Şalom, Şişli’deki Bet İsrail Sinagogları) Bizim kültürümüzde tatil, seyahat, yazlık mefhumları henüz keşfedilmemişken! Her iki kesim de yaz aylarında Adalar’da yaşardı. Kışın şehirde makara, dantelâ, hatta limon satan Musevi vatandaşlarımız yazın adalarda-modalarda olurlardı. Bu onların kültürlerinin bir parçasıydı.
Bir de “Sarı Madam Gazinosu” vardı Şişhane meydanında. Cumartesi günleri panayır yeri gibi olurdu bu gazino. Dolup dolup taşardı Yahudi vatandaşlarımızla. Bir gazozu iki, üç kişi birden içerlerdi çoluk çocuk. Bizler de girerdik aralarına. Dostlarımız, arkadaşlarımız, ustalarımızdı bunlar. Hayatı paylaştık bu insanlarla; tıpkı hamursuzu, lalangayı, helvayı paylaştığımız gibi.
1950’lerden, 1960’lardan sonra, birer ikişer yok oldu bu insanlar. Rumu, Ermenisi de öyle; Pera dediğimiz çevrede ve hinterlandında yetmiş iki millet bir arada yaşardık; Bulgarı, Polonyalısı, İtalyanı, Acemi, Arabı, Arnavudu, hatta Çingenesiyle birlikte. ‘Azınlık’ derdik bunlara ama evrensel bir şehir olan İstanbul’un renkleriydi bütün bunlar. Geçen zaman içinde çok şeyini ve özgünlüğünü yitirdi İstanbul. Şimdilerde garip kaldık bu şehirde…
Bütün bu düşüncelerle, çocukluk yıllarım bir sinema şeridi gibi gözümün önünden akar vaziyette, hüzünlü ve meyus adımlarla Meydanı terk ederken bir vaveyladır koptu. Meydan bir anda karıştı. İnsanlar bağrışarak kuleye doğru koşuşturuyorlardı. Kuledekiler aşağıdakilere, aşağıdakiler kuledekilere bakarak bağrışıyorlardı. Ben de kalabalığın arasına karıştım, insanlar hayretli bakışlarla birbirleriyle yüksek sesle konuşuyor, birbirlerine sorular soruyor, olayı anlamaya çalışıyorlardı.
“Adam intihar edecek!”, “Aşağıya atlayacak!”, “Demir korkuluklara tırmanmış!””Polise, itfaiyeye haber verelim!” “Kimmiş bu adam?”, “Bir Palyaçoymuş!” “Ne işi varmış orada?” “Palyaço kılığıyla çıkmış, sirkten mi kaçmış ne?” “Rol yapıyordur canım, intihar etmek kolay mı?””Kim bilir ne derdi vardır garibin?””Meğer palyaçolar da intihar edermiş, intihar edecek en son insan tipi!” “Demek ki, bu hayat şartlarında tükenmiş garibim!””Çoluk çocuğu var mı acaba?” “Nereliymiş, nerden düşmüş bu şehre?” bunlar ve benzeri yüzlerce soru insanların ağzından çıkarak havada yankılanıyordu.
Başımı yukarı kaldırdığımda, palyaço giysileri içindeki bir adam, bir ayağı içerde, bir ayağı dışarıda ata biner vaziyette kulenin demir korkulukları üzerinde oturuyordu. Bir eliyle korkulukları tutarken, diğer elini havada gezdirerek bir şeyler söylüyordu. Etrafındaki insanlar korkudan palyaçonun yanına yaklaşamıyor, belli bir mesafeyi koruyorlardı. Her an her şey olabilirdi!
Bir anda kalabalık dalgalandı ve itiş kakış başladı. Kalabalığı yararak itfaiye erleri meydana daldı. Arkasından da polis arabası geldi. Polisler kuleye dalarken, itfaiye branda açtı. Gücü kanadı yerinde olan herkes brandanın bir ucundan tutarak branda gergin hale getirildi. Brandanın üstüne plastik, içi havayla doldurulmuş şilteler serpiştirildi.
Bir müddet sonra polisler kulede palyaçonun yanında bitti, her iki yanından korumaya aldılar palyaçoyu. Mesafeyi koruyorlardı ve palyaçoyla konuşmaya çalışıyorlardı. Palyaço zaman zaman ayağa kalkıp boşlukta kalan elini havada gezdirip polislere bir şeyler söylüyordu. Bir anda ayağa kalkıp, içerdeki ayağını da dışarıya çıkardı. Aşağıdaki kalabalık dalgalandı; çığlıklar ıslıklara karıştı. Bağrışmalar ayyuka çıktı. Kadınlar çığlık atarak gözlerini kapıyordu. Palyaço şimdi, iki ayağı da dışarı çıkmış vaziyette korkuluğun üzerinde oturuyordu. Bir şeyler söylüyordu; ancak duyulmuyordu. Polisler palyaçoya her iki yanından daha da yaklaşmışlardı. Palyaçonun yüzü sağ yanındaki polise dönük vaziyetteyken, sol yandaki polis palyaçonun üzerine biranda uçtu. Polis palyaçoyu bedeninden yakalayarak birlikte demir korkuluğun içine düştüler. Kalabalık yeniden dalgalandı; sevinç çığlıkları, meydanın dört bir yanını inletti.
Polisler palyaçoyu aşağı indirdiler ve halkın içinden geçerek polis otosuna koydular. İnsanlar hem polisi hem palyaçoyu gırtlaklarını patlatırcasına kutluyorlardı. Bu arada bütün bu sahneleri bir makinist filme alıyordu… Megafondaki ses de “çok gerçekçi oldu!” diyerekten insanlara teşekkür ediyordu…
Nisan 2022 – Ören