Cayır Cayır Yandı...
Zaten yanmıştı da... Yanmaya devam ediyor. Edecek de.
Çaresizlikten, izlemekten yorulduk.
Böceklerin, kuşların, tilkilerin, kelebeklerin, ağaçları mesken
edinen canlıların evleri yok oldu. Hepsi yandı, kül oldu. Korkunç
ve affedilmez bir insanlık suçunun kurbanları oldular. Yakana,
yanmasına sebep olana en yüksekten ceza vermeyen sistemden ve
kişilerden ne kadar nefret ettiğimi anlatamam. Buraya nasıl
geldiğimizi ise, zannediyorum ki anlatabilirim.
24 Ocak 1980'de bu ülkede bir dizi ekonomik karar alındı ve bu kararlar 12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe ardınca yürürlüğe kondu. Kararların özünde ithalatın yolunu açmak vardı, bunun için de gümrük tarifelerini düşürmek. İşe de yaradı. Arz dengesi hızla kuruldu ve gıda piyasasında bir çeşit sakinleşme yaşandı.
Süt ithal etmeye başladık o dönem. Süt tozu, peynir... Sonra karkas ithal ettik ve sonra canlı sığır... Bir zaman sonra anladık ki aslında kimsenin derdi biz değildik. Amerika'da ve Avrupa'da nasıl eriteceklerini bilmedikleri yüksek bir stok vardı, açılan yollarla bu stok bize akıtılırken aslında bizim değil Amerika'nın ve Avrupa'nın üreticileri kollandı.
Fakirin zengine sponsorluğu olarak özetlenebilecek bu güzel yıllarda ABD bir misli daha zenginleşti: İthal edilen ürünlerinin parası devlet kasasından ödendi, faturası da kırsaldaki üreticilere kesildi. Anadolu'daki sığır üreticileri sadece birkaç ay içinde perişan oldular: Hayvanların yarısı kesildi, yerine bu topraklara uygun olmayan ırklar geldi. Gen ve süt kalitesi böylece bozuldu.
Tabii taşıma su ile değirmen dönmedi ve yalancı bolluk dönemi başladığı hızla bitti. Fiyatlar artmaya başladı. Gelin görün ki bu süreçte üretim yapmanın pek bir anlamı kalmamıştı, zira çiftçi ve hayvancı toprağa küsmüştü . Böyle olunca üretimin çapı nüfustaki artış hızının altında kaldı. Dış pazara ürün satardık, kaybettik, yetmezmiş gibi iç pazarı da kaybettik. Bunun sonucu göçtür.
Esenler, Rami, Topkapı, Malta, Fikirtepe, Kartal, Sancaktepe... Yaşı yetenler buraların 80'lerdeki hallerini iyi bilirler. Bir ömürlük dersini almış olan Türk köylüleri yakayı komple silkmiş halde köylerden çıkıp şehirlerde az ya da çok, ama düzenli ve belli bir maaş almanın hayaliyle geldiler. Kültür kültüre uymadı tabii. Fakirlik ve çaresizlik dışlanmışlık ile birleşince de suça yöneldiler. Dolandırıcılık norm oldu, ahlak dip... Geride kalan son köylüleri de mahalle oluşturur gibi Almanya'ya, Fransa'ya, Belçika'ya, Hollanda'ya yollayıp 'ne oradayım ne burada' neslini oluşturunca alamete komple bindik. Bindirildik.
Bütün bunlar olurken, yani içte tarımcılar soluksuz bırakılıp kırsal son sürat boşaltılırken Amerika'da ve Avrupa'da tam tersi şeyler oluyordu: Tarıma sonsuz destek verildi. Ekipman üretimi, tarımsal ekipman satışı sübvanse edildi. Vergi muafiyeti, üreticiye devlet koruması derken Hollanda gibi ufacık ülkelerin bile ekili-dikili alanları (ve canlı hayvan sayısı) koca bir Anadolu'yu geride bıraktı. Bunun yanı sıra geleneksel üretim tekniklerine büyük prestij ve kolaylık sağlandı: Fransa'daki bir üreticiye minicik üretimhanesinde ürettiği küflü peyniri pazara taşıyabilmesi için yollar açılırken, çok ilginçtir, bize, bu ülkelerin "öğreticiliği" ile radyasyon işlemleri, halcilik kanunu, etiket tebliğleri dayatıldı. Kamyon dolusu formaliteyle küçük üretici tabii ki başa çıkamadı. Gıda sektörü endüstrinin eline düştü. Kanun büyükten yana, medya büyükten yana, hatırlıyorsunuz o dönemi.
"Kamu sağlığını tehdit eden" sokak sütçüleri ve sokak yoğurtçuları imha edilip yerlerine "güvenilir ve hijyenik" alternatifler, yani şu 6 ay bozulmayan yoğurtlar ve sütler girince, insanlar iki anlamda beslenemez oldu. Yeni nesil gıdanın (sıfır besinli b.ktan gıda) tüketicisi haline getirilmiş toplum bir de güzelce hasta oldu. Eldeki durum bu.
Bugün Anadolu'daki durum ise şöyle,
Soya, mısır, belli cinste buğday, yağlı tohum, ayçiçeği. Artık tarım sadece bu. Alttan veya açık mesajlarla, Dünya Ticaret Örgütü vb.'nin teşvikleri ile ve bunlarca dayatılan kararnameler ile, elbette bizlerin refahı ve bolluğu için, Anadolu'yu bu hale getirdiler. Yol kenarlarında içinizi açan dikili tarlalar, bakımlı ağaçlar bir ölçekte de olsa evet, hala var, ancak bunlar ile uğraşan nesil, istisnasız, son nesil. En genci 40-45 yaşında; oğullarını, kızlarını ikna edemediler. Z kuşağından tarıma yönelen bir Allahın kulu var mıdır bildiğiniz?
Sinekçiler Köyü bizim büyük ölçüde yayla tarımımızı yaptığımız yer. Bahçelerimiz genelde burada. Kestane, zeytinlikler...
2000 senesinden bu yana köydeki her 10 gençten 9'u şehre göç etti. Yalnızca biri anne-babası ile kalmaya ve kestaneye, incire, zeytine bakmaya, toprak işlemeye razı oldu. Hane başı inek sayısı biz geldiğimizde 8-10'du. Evlerde 15-20 tane de küçükbaş, yani keçi ve koyun bulunurdu. Şu anda geride kalan gençlerin, yani giden her 9 gence karşı 1 gencin bakmaya razı olduğu hayvan sayısı en fazla 2 inektir. Ahırlar arka arkaya kapandı. Zeytin, incir ve kestaneden kazandıkları parayı götürüp ucuzluk marketlerine teslim ederek mutfak alışverişi yaptıkları bir döngüye girdiler.
Aslına baktığınızda yayla tarımı bugün iyi para kazandırıyor. Şayet eskilerin gayreti yeni nesilde devam etseydi, yani bir avuç toprağın bile boş bırakılmadığı, kuşluk vakti kalkılıp incir, üzüm, kestane, elma, vişne ve zeytin bahçeleri arasında gezilen o 'vibe' devam edebilseydi, bugün bu köyde ve benzer köylerde kredi borcu olan, para ile derdi olan kimse olmayabilirdi.
Pahası yayla tarımı kadar olmasa da kilosu ile kurtaran ova tarımında da benzer bir gelir var olurdu, olabilirdi. Fakat tarımı, hayvancılığı, köyü ve köylüyü 'nedense' hor gören sistem, ağzını çarpıta çarpıta aksan yapan yoz komedyenler, köylü imajını şalvar üzerine kurmaktan bir adım öteye gidemeyen cahil medya, çağın vebası sosyal medya ile güzelce birleşince bu seçeneği yok ettiler. Düşün, 20 yaşındasın. Önünde iki tane yol var: Köydeki evinde kalıp dedenin ağaçlarını budamak ve çapa yapmak. Çalışırsan bu işte makul para var. Bir de şehre gidip Kurtlar Vadisi ekseninde eşkıyalık, namussuzluk, dolandırıcılık, torbacılık yapmak. Çalışmak yok, çok para var. Üstelik hayranlık duyulan, hayranlık duyulması için her dakika ekrana pompalanan kişiler de bunlar. Çapa yaparak kız tavlayamazsın, ama mafya olursan o-hooo... Hangisini seçerdin?
Bu telden devam etmek "Ah, bu gençlik!" şeklindeki bir ihtiyar yakınması olur. Sürdürmeyeceğim.
Bence asıl soru şu: Gelecek nasıl şekillenecek?
Hayvancılık ve tarım sektörü had safhada çalışan sıkıntısı yaşıyor. Yaşı kemale ermiş, fakat bağını, bahçesini, hayvanını da satmak istemeyen, toprağına bağlı son nesil, istese de bunlara bakamıyor, yapamıyor. Ne diksen şahane verim ve lezzet alacağın topraklarda diken yok, dikebilen kalmadı. Dikse bile çapası, sulaması, hasadı, bakımı, topladın-kasaladın-pazara indirdin- sattın vesaire kısmı yaşı 50'yi geçmiş (ve çokça üzerindeki) bu kesimin kapasitesini bir hayli aşıyor.
Tavuk yemlemek bile ağır geliyor artık bu nesle. Kümesi bozuyorlar, ucuzluk marketinden yumurta alıyorlar. Akşamdan hamur tutup sabaha ekmeğini pişiren, yufka açan köylü kalmadı. Nostaljik hikayeler bunlar (ha, bunun imajını paraya çevirmeyi bilenler çıkıyor: Ot festivali-çöp festivali, ucuzluk marketinden alınan reçeli uyduruk kavanoza koy-sat, Insta-köylülük... Bunlar ayrı hikaye).
Bir boşluk var geride. Nasıl dolacak?
Büyük sürüler var Kars'ta, en az 500 büyükbaştan oluşur, günde minimum 40 kilometre yürütülürler. Büyük köylerde nahır (yani köyden çıkan toplam büyükbaş) 2.000'i rahat bulur. Çobanın aylığı sığır başına verilir. Sürüye 4 sığırını katan 2.000 verir, 10 sığır 5.000, ama çobanı bulursa... Çoban artık karaborsa.
Köylerde genç yok, ne burada ne orada. Herkes gitti okumaya, giden de asla dönmüyor. Sonuç ne oluyor, bildiniz. Hep şu kavgası yapılan mülteciler sayesinde tarım, özellikle hayvancılık, kör topal dönüyor. Artık bu noktada kontrolsüz göçü derhal kesip kontrollü, seçici bir göç sistemine geçmek zorunlu gözüküyor. Eğitici güç ile gelen göçü tarıma entegre etmek, bu bir seçenek. Diğer seçenek göçü tümden reddedip yeni neslin traktör üzerine çıkmasını beklemek.
Türkiye'nin acil bir karar vermesi gerekiyor. Ne yapacağız, kimi çalıştıracağız, nasıl üreteceğiz...
...Ve dahası, nasıl satacağız? Üreticiyi hal-market-aracı üçgeninden kurtarmak zorunlu bana kalırsa. Kolay da. Bir yönetmelik değişikliğine bakar. Bu üreticiye kamyonunu tarlada doldurup şehre getirmek, hatta bir süpermarketin önüne çekip satış yapması için izin vermek de, basit bir maddeye bakar. Mandıracı, yoğurtçu, köylü, küçük üretici... Kim varsa üreten, buyursun gelsin.
Doğal akıştaki adımlar, masum yanlış kararlar sonucu gelmedik bugüne. Şiddetli ve keskin dönüşlerle, dayatılan yollar ve yöntemlerle geldik. Tarımda köklü bir değişimin yeridir, zamanıdır, hatta zamanı geçmektedir.