Güncel

Babaannemin Bakır Güğümü, Şaban Amca ve Giderek Kaybolan Mahalle Kültürü

Anneanneler, babaanneler ve dedelerle yaşanmışlıklar, onların verdiği muhteşem ötesi karşılıksız sevgi, bin bir anılarla dolu geçen tatlı zamanlar, hayatımızın akışına çok harika güzellikler yüklemiştir iç dünyamıza da yansıyan.

Gençlik günlerim dahil anneannem ve babaannemle yaşadığım güzellikleri hala dün gibi anımsarım. Kendim, Allah'a şükür, dedeliğin tadını en güzel şekilde yaşamaktayım, dedelerle hiç yaşamamış olsam da. Ne diyelim, ne mutlu onlara, büyükanneler ve büyük babalarla, güzel anılarla yaşamış olanlara!

Nereden geldi birdenbire bütün bunlar aklıma diye sorarsanız, ilginçtir, birlikte yaşadığımız babaannem ve onun çeşmeden su taşıdığı bakır güğüm geldi de gözümün önüne ve o günlerin mahalle sakinleri, aile ötesi komşuluklar, sahip olduğumuz değerlerle yaşadığımız o güzelim mutlu mesut günler…

Sarıyer’de iki katlı ahşap bir evde oturuyorduk. Caddeden eve ulaşmak için elli metrelik yokuşu sonra da yaklaşık yirmi geniş taş merdiveni çıkmak gerekiyordu. Kapı girişinde ufak bir veranda, dut ağacı ve kömürlük. Cadde girişinde de gürül gürül devamlı akan, hem içme hem kullanma için insanların evine su taşıdığı bir çeşme, adına Çukur Çeşme denirdi.

Hatırladığım kadarı ile 1950’li yılların ilk yarısında henüz evlere Terkos (şehir suyu) bağlanmamıştı. Ya çeşmeden kendin taşıyacaksın ya da sakalar vasıtasıyla temin edeceksin. Omzunda askı ile iki teneke taşıyan saka dışında, biri eşeği olan sucu Maksut Efendi, diğeri katırı olan sucu Mehmet Ağa en az dörder teneke su taşıyabiliyorlardı. Omzunda taşıyana nazaran daha şanslı (!) diyelim, hayvan bakımı hariç.

(Evlere çeşmeden su taşımayı iş edinen kimse olan sakalar su tesisatının olmadığı dönemlerde faaliyet göstermişlerdir.)

Eşek ile su taşıyan saka

O zamanlar evin bütçesini ev kadınları yapardı. Kocasının getirip kendisine verdiği aylık maaşı bir ay nasıl kullanacağına dair defter tutanlar bile vardı. Hatta diyebilirim ki o günlerde bütçe, tasarruf, borç, yatırım dahil bugünün finansal okuryazar bilincine sahiplerdi ev kadınları, farkında olmadan.

İnternette en büyük bu güğümü bulabildim. Babaannemin güğümü daha ağırlıklı koyu renkli ve büyüktü. En azından güğüm ne bilmeyenler için bir fikir vermekte fotoğraf.

Babaannem bir elinde bakır güğüm -ben çocukken boşunu bile kaldıramazdım öylesine ağırdı, diğer elinde bir başka kap -kova ya da teneke, çeşmeye iner, suları doldurur, yavaş yavaş yokuşu çıkar, merdivenlere gelince biraz soluklanır ve eve gelirdi. İçme suyumuz için küp kullanılırdı, suyu taze ve soğuk tutardı. Şu an düşünüyorum da demek ki o günlerde 60’lı yaşlarda imiş babaannem.

Mahallemize Terkos Suyu Bağlanıyor

İçme suları küplerde saklanırken farklı kullanımlar için yaratıcı formüller bulunuyordu. Sıra banyo yapmaya gelince, evlerde gaz ocakları bulunurdu. Su doldurulan teneke bu gaz ocağının üstünde kaynatılır, hamamda kurna başı misali banyo yapılırdı.

Gaz ocağı

Peki kahve içmeye meraklı ailelerde nasıl pişirilirdi kahve? Mangal ateşinin külleri arasına konan bakır cezve ile genelde de ispirto ocağında.

İspirto ocağı. Hatırladığım tam da bu değildi, ancak çok çeşitleri vardı.

1954 yılında evimizin bir üst yanına yeni ev sahipleri taşındı. Bir karı koca sadece. İleri orta yaşlarda, çocukları yoktu.

Tabii o devirde komşuluk bambaşka ve çok özeldi. Mahallede diyelim yaklaşık yirmi ev varsa yirmi de aile ve komşu var demekti. Komşular birbirleri için aileler kadar hatta aileden de yakınlardı. Karşılıklı sevgi, saygı, yardımlaşma, sosyalleşme ne kadar güzellik varsa, hayatın tüm değerleri komşulukta mevcuttu. Düşünün bugün on katlı, çift daireli bir apartmanı. Kapı komşunun adını bile bilmezsin. Senelerce, arada bir asansörde rastlarsın, bir merhaba, belki bir "Nasılsınız?".

Mahallemize taşınan bu çift çok kısa zamanda herkesin sevdiği olmuştu. Hele bizim aile için çat kapı komşusu da olunca çok kaynaşmıştık. Şaban Amca ve Fatma Teyze derdik. Şaban Amca meğer sivil polis memuruymuş. Aynı zamanda İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Fahrettin Kerim Gökay’ın şoförü.

Hemen Valiye su konusunu açmış, yardımlarını istemişti. Kısa süre sonra mahallemize Terkos şehir suyu bağlandı. Söylemeye gerek yok, evlerde büyük şenlikler ve tabii tadilatlar. Öncelikle alaturkadan alafranga tuvalete geçiş, zaman içerisinde banyoda duş alabileceğimiz özel tasarım, odunla ısınan, alt kısmında yanma hazinesi, üstü su deposu olan banyo sobası, bir köşede eviye ve daha ne lazımsa. O sıralarda babam Beyoğlu’nda bir beyaz eşya satıcısı, adı Üçken. Oradan aldığı buzdolabı ile gelmişti bir akşam evimize. Ambra marka bu buzdolabı, tam 41 sene hiç arızasız çalıştı. Bir gün baba evinde yaşam kalmayınca buzdolabını birine vermiştik, kim bilir belki hala çalışıyordur!

Şaban Amca çok şahsına münhasır, enerjik, neşe saçan, hoş sohbet bir kişilikti. Bir özelliği daha vardı ki işte o bizim gecelerimize renk katmaktaydı. Öyle ya sadece bir radyo vardı, adına eğlence denirse. Akşam 19:00'da gong vurur, ajans (haberler) dinleriz İstanbul Radyosu'ndan. Perşembe akşamları saat 21:00'de Radyo Tiyatrosu, arada bir fasıl, şarkı, türkü… Elbette komşuluklar, sohbetler, kış geceleri kağıt oyunları, tavla, tombala, vakit nasıl geçiyordu anlamazdık. 

Şaban Amca keman çalıyordu. O devrin sevilen Türk sanat müziği şarkılarına, sözlerine de hakimdi. Odanın ortasına geçer, kemanını eline alır, bizler de keyifle şarkılarına iştirak eder, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.

Kardeşimin devamlı çalınmasını istediği iki şarkı vardı. Onun bu şarkıları devamlı çaldırtması ve kendisinin de söylemesi nedeniyle şimdilerde bile ara ara farkında olmadan onları ya mırıldanır ya da Youtube’dan dinlerim.  

Neler mi bu şarkılar;

*** Ayrılık ateşten bir ok
Nazlı yârdan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok


Ben nasıl yanmıyam dağlar?
Dağlar, dağlar, dağlar
Dağlar, dağlar, dağlar, oy

**** Kapıldım gidiyorum
Bahtımın rüzgârına
Ey ufuklar diyorum
Yolculuk var yarına

Anılarda Kalan Mahalle Komşuluk Kültürü

Nüfus artışı (mesela 1955 sayımında İstanbul nüfusu 1 buçuk milyondu), arsaların giderek azalması, bir iki katlı konutlardan yüksek yüksek katlı binalara dönüşüm, mahallelerin ve komşuluk kültürlerinin de kaybolmasına neden oldu.

İstanbul’da giderek daha da yükselen binaların hava akımlarını önlemesi, kar yağışını azaltması, genel iklim krizinin yansımalarıyla birleşince yaşam kalitesini azaltabilmekte. En son gidişimde Roma’da araba ile dolaşırken üşenmedim saydım, en yüksek bina yedi katlı idi. Barselona'daki Tibidabo tepesinden şehre baktığımda sanki cetvelle çizilmiş gibiydi binalar, hepsi makul yükseklikte. Aradan sırıtan hiçbir bina göremedim.

Ev alırken, evden önce komşu al denirdi. Gerçekten insanı sevgi ile büyüten, yüksek değerler aşılayan, huzur, güven ve mutluluk verendi mahalle komşuluğu. Sık sık komşular arası ev ziyaretleri, "Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek," diyen çocuklar, paylaşılan güzellikler, evde pişip dağıtılan tatlılar, börekler, tatlı selamlaşmalar, hal hatır sormalar, hastalık halinde el birliği ile yardımlar, evde eksik bir şey varsa hemen komşudan istemeler, güzel havalarda kapı önlerindeki çay sohbetleri, tavla turnuvaları, mevsimi geldikçe çocukların sokakta oynadığı oyunlar, aileden daha yakın hissedilen komşular, kızlı erkekli, kardeşçe arkadaşlıklar, birlikte büyümeler…

Saymakla tükenmez tüm güzellikler…

"Kim ki mahalle kültürü ile büyümüştür, çok şanslıdır. Mahalleye girdiğin an evine girmiş kabul edebilirsin kendini.  Kimi görsen ailendendir. Sevgidir, şefkattir, saygıdır, zarafettir, yardımlaşmadır, güven ve huzur duygusudur, giderek kaybolan, anılarda kalan mahalle kültürü ve komşuluk ilişkileri."

9 Haziran 2024

Suadiye