Deprem gerçeğinin ardından…
İtalo Calvino’nun “Kesişen Yazgılar Şatosu” adlı kitabının İlk sözü; “Bekliyorum!” Son sözü ise; “Sık Bir Ormanın Ortasında Kalmışım” dır.
Yazmak maceramın bir tutku olarak başladığı zamanlarda okuduğum
kitapların ilk ve son cümlelerini esas alıp kurgulamalar yapar,
bunlardan şiir ve hikâyeler oluştururdum. Aşağıda sizlere sunduğum
şiir ve hikâye böylesi bir çalışmanın ürünüdür. Yaşadığımız deprem
felaketi nedeniyle insanlarla duygudaşlık kurmak için onları bugüne
taşıdım.
Yazar hakkında kısa bir bilgi:
İtalo Calvino, genç yaşta Küba’dan İtalya’ya göç etmiş, kısa sürede İtalyan kültürünün en önemli isimlerinden biri olmuştur. Genelde ‘kurmaca’ yazarı olan Calvino, Post-modernizm akımına bağlı kalmıştır. 1960 yılında yayınlanan Nostri Antenati adlı kitabında yer alan fantastik hikâyeleriyle uluslararası bir üne ulaşmış, yazdığı Kozmo-komik öykülerde; arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlemiştir. Yazarlık yaşamının son ürünü “Amerika Dersleri”dir. Yazar, 19 Eylül 1985’te geçirdiği beyin kanaması sonucu İtalya’da Siena’da ölmüştür.
“Sık Bir Ormanın Ortasında Kalmışım!”
Enkazlar altında yitip giden canların ardından…
(Bir ‘Duygudaşlık Denemesi’)
“Ortalık zifiri karanlık; hiçbir şey göremiyorum. Sanki bir mezarın içindeyim. Etrafımda tutunacak bir şeyler arıyorum; ellerim boşlukta döneniyor. İçime bir korku düşüyor aniden; bir uçurumun kenarında olabilirim! Dönenmeyi hızla bırakıp, olduğum yere çöküyorum. Zemin ıslak ve kaygan. Ne olduğunu, neresi olduğunu bilmediğim bu yerde dolanmaktan korkuyorum. Karanlık giderek katmerleşiyor. Yukarılara bakıyorum bir gölge, bir karartı olsun görmek istiyorum, ancak ne mümkün? Gölgelere, karartılara yaşam hakkı tanımayan bir karanlık bu; sanki bir katran bulamacının içinde yüzer gibiyim. Havayı kokluyorum, karanlık kokuyor. Karanlıklar kokar mı? Bütün kokuları yutmuş katmanlar halindeki karanlık. Etrafta kulakları sağır eden bir sessizlik var; karanlığın sesi mi bu? Bilemiyorum.
Kafam durmuş, hiçbir şey düşünemiyorum. Sanki beynim kurumuş; kıvrımlarında geziniyorum; sıcaktan gevremiş topraklar gibi. Hücreleri arasında dolaşıyorum; hepsi dumura uğramış, bir felaket nedeniyle terk edilmiş evler gibi. Kapılar pencereler açık, kimsecikler yok içerilerde. Bir can, bir insan arıyor gözlerim; tutunacak bir dal…
Dirliğimi, canlılığımı yitirmiş gibiyim. Elim ayağım emanet gibi bedenimde; irademin dışında, zıngır zıngır titriyorlar. Soluk alıp verirken zorlanıyorum. Kalın bir küf kokusu genzimi yakıyor. Güneş tepemde kaynıyor sanki. Kalın toz bulutlarının ardınca güneş biliyorum. Korkunç bir kum fırtınası her şeyi silip süpürmüş, bir kamçı gibi geçmiş üzerlerinden; kanayan yerler kurumuş, kızıl pas lekelerini andırıyor. Üzerlerindeki toz tabakası kirpiklerimi birbirine kenetlemiş; gün ışığı sızmaz olmuş aralarından, Fırtınanın sesi kulaklarımda hala uğursuz bir köpek gibi uluyor dışarıda. Bütün hayat yollarını kapatmış, zalim fırtınanın taşıdığı kumlar, tırnaklarımın arasında koca kayalar gibi aman vermiyorlar; yolu açamıyorum, yolu bulamıyorum, çığlıklarım yankılanıp yüzüme çarpıyor, rüzgârı saçlarımı dalgalandırıyor ama sesimi duyuramıyorum kulaklarıma: çığlıklarım, çığlıklarımı boğazlıyor, birbiri üzerlerine kıvrılıveriyorlar kayalarda kırılan dalgalar gibi.
Küçük, korkak adımlarla etrafımda döneniyorum ya da dönendiğimi zannediyorum; bir yol, bir iz, bir işaret arıyorum; bir ses duymak, bir koku almak istiyorum. Ancak umarsız ve çaresizim. Bir kuyunun dibinde boğulup kaldığımı düşünüyorum; acaba öldüm mü? Ama ölmek istemiyorum. Biran sevinçle irkiliyorum; giysilerim üzerimde; göremesem de ayağımda ayakkabılarım var. İnsanı bu şekilde gömerler mi? Ancak duyularıma da algılarıma da güvenemiyorum. İçime bir korku düşüyor; süratle üstümü-başımı, ayaklarımı yokluyorum; ellerim boşlukta uçuşuyor, Olmayan ellerim, ayaklarım; ayakkabılarımın yerinde yeller esiyor! Korkuyla içime çöküyorum. Tanrım ben kimim, ne haldeyim, nerelerdeyim?”
“Varlık özden önce gelir!” Varoluşu algı ya da duygularımızla özdeşleştiren sığı bir görüşün koşullanmış unsurlarıyız. Özümüzün dışındaki bir dünyanın nasıl, ne şekilde olacağını pek bilemeyiz. Bilemezlik korku salar insanın yüreğine. Göz görmek, el dokunmak, kulak duymak ister; bunlar olmadan yapamayız. Algıladığımız kadarıyla var olur, duygularımız kadarıyla yaşarız, Ancak bu varoluş gerçeğini değiştirmez; sonuçta mutlak varlığın sarıp sarmaladığı “Canlarız.”
Bu felaket günlerinde zehir gibi acı, şarap gibi yatıştırıcı, teskin edici, yaşam ve umut dolu ‘Beklemeleri’ yaşadı insanlar; enkaz altındaki canlar kurtarılmayı, hastane kapılarındakiler yeniden hayatı yakalamayı, analar-babalar, çocuklar, nineler-dedeler, eşler-sevgililer ve bütün canlar birbirleri için bekleşip durdular. Bir tas sıcak çorba, bir sıcak battaniye, bir sıcak ilgi ve şefkat beklediler. Şimdi ise yeniden hayata başlamayı, yaraların sarılmasını, kafaları sokacak yuvaların yapılmasını bir umutla beklemekteler. Aşağıda “Beklemek” adlı şiir bu insanlarımızla duygudaşlık kurmak için buraya alındı.
Beklemek!
Öbek, öbek çiçekler;
karanfiller, papatyalar, nergisler.
Akşam ayazını giyinmiş çiçekçi kadın;
umut olmuş gözleri; ‘Müşteri’ bekler
Köşe başını tutmuş gençler; ‘yavukluyu’ bekler.
Durakta insanlar; kilit olmuş trafik, ‘Otobüs’ bekler.
Beklemenin meftunu olmuş, İnsanlar.
Sofrada yemek, yatakta sevgili bekler.
Beklemeler dizgesi yaşam;
arada umutlar, sevinçler, hüzünler.
Ve beklemek aylar, yıllar…
Beklemeler çıkarsa aradan,
Geriye ne kalır ki yaşamdan?
Cemal Çalımer
Bu topraklarda bin yıldır yaşamaktayız. Bizden önce de birçok kavim, birçok halk buralarda yaşadı, uygarlıklar kurdu. Ayırım yapmaksızın, bir ana şefkatiyle bağrına bastı insanları; yer, yurt oldu onlara bu topraklar. Dünyanın ortasındaydı; koca, koca üç kıtayı birbirine bağlayan bir köprüydü ve bu yüzden tektonik bir yapıya sahipti. Toprağın altındaki katmanlar, tabakalar bütün bir tarih boyunca hep akıp durdu. (Bu durum halen devam etmekte.) Bu olgular yeryüzüne salınım, sarsıntı ve deprem olarak yansıdı. Üzerinde yaşayan insanların evlerini, yuvalarını yıktı onları canlarından etti. Eski kavimler, topluluklar bunu doğaüstü kuvvetlerden, tanrılardan bildi. Onlara kurban verdiler hediyeler sundular ve yuvalarını onarıp tekrar içlerine girdiler.
Bugün bu topraklarda bizler yaşıyoruz. Zamanımız Uzay Çağı; ilim teknoloji zirve yapmış dünyanın dışını da içini de adımız gibi bilmekte, ayna gibi görmekteyiz. Buna rağmen buralara, geçmişten hiçbir ders almadan, teknik denetimden uzak koca koca binalar ve gökdelenler dikmişiz. Sonuç meydanda: 50 bine varan ölüm, 250 bini aşan yaralı, sakat mefluç. Soyu silinen aileler; yuvaları dağılan insanlar, çocuklarını arayan ana-babalar ve ailesiz kalan çocuklar, bebeler. Bütün bunlara bir ortaçağ insanı gibi ‘kader’ dedik ve insanları elbiseleriyle, ayakkabılarıyla gömdük…
Aç mideler doyar, ancak aç gözler doymazmış…
Ve bir şiir felaketzedelere ithaf olunur.
Anlamsızlık!
Anlamı yok anlamın, anlamsızlık deryasındayım!
Etten, kemikten ibaretmişim; etten, kemikten bana ne?
Aç mideleri bırak, aç gözler düşünsün!
Ne anlamı var bunun? Aç göz doymaz ki, düşünsün.
Vicdan merhamet diyorsun; vicdanla karın mı doyar?
Nice vicdanlar var; yerlerde sürünür, aç-açık gezer.
Vicdansızların mabedinde her gün şölen var!..
Hak-hukuk adalet?
Adaletin adalete gereksemesi var!
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik falan-filan?
Aç, açık ve özgürüz yıldızların altında…
Bundan iyi eşitlik mi olur?
Düzen mi diyorsun?
Düzinelerle ‘Düzen’ var!
‘Düzenin’ bolluğunda düzene ne gerek var?
Ne anlamı var bütün bunların?
Anlamsızlık deryasındayım…
Cemal Çalımer
Şubat 2023, Acıbadem